-
sizlere 2. abdulhamid han ile ilgili derlediğim bir yazıyı aktaracağım.
edit: ii kullanmak yerine 2 ve nokta yazınca linke çeviriyor, nasıl düzeltebileceğimi bilen var mı? teşekkürler
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 1/9
sultan abdulhamid han, osmanlı padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; osmanlı devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında çokça eser bulunan bir devlet adamıdır.
2. abdulhamid, şehzadeliğinde oldukça iyi bir eğitim almıştır. devrin en iyi hocalarından hat, arapça, farsça, osmanlı edebiyatı ve tarih derslerinin yanında musiki dersleri de almıştır.
abdulhamid, başta marangozluk olmak üzere nişancılık ve binicilikte yetenekliydi. ayrıca tiyatroya da ilgisi vardı.
babasının tabiriyle kuşkulu ve sükuti oğul olan abdulhamid, kurulduğu yıl yeni osmanlılar cemiyetine girmiş fakat gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır. hayat tarzı olarak sultan abdulaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir müslüman türk ve tam bir osmanlı olan abdulhamid, takva ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyullah olarak bilinmiştir. dedesi 2. mahmud’a ve reşid paşa’ya hayran olduğu ifade edilen 2. abdulhamid, babası 1. abdulmecid ile ağabeyi murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 ağustos 1876’da, akıl hastası olan 5. murad’ın yerine, osmanlı tahtına oturan 2. abdulhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 nisan 1909 yılına kadar osmanlı tahtında oturmayı başarmıştır.
tarihçiler, 2. abdulhamid’in saltanat yıllarını ikiye ayırmış ve olayları bu çerçevede değerlendirmişlerdir.
birinci devre, tahta geçişinden 13 şubat 1878’e yani 1. meşrutiyet’in ilanına kadar olan 1 yıl 5 aylık bir süredir ki, bu dönem padişahın şahsi idaresiyle ilgisizdir. çünkü idareye meclis hâkimdir. padişah ikinci plandadır. ancak meşrutiyet yürürlükten kaldırılıp meclis tatil edildikten sonra şahsi hâkimiyetini kurabilmiş, dizginleri eline alabilmiştir. sultan abdulhamid bu dönemden sorumludur. bu dönem, 2. meşrutiyet’in ilanına kadar 30 yıl 5 ay sürmüştür. 2. meşrutiyetten sonraki 9 aylık dönemin sorumlusu yine meclistir.
sultan 2. abdulhamid, başlangıçta demokratik fikirleri olan genç bir padişahtı. bunu tahta geçer geçmez, başta seraskerlik olmak üzere bazı kuruluşları ziyaret etmekle, görevlilerle birlikte yemek yiyip sohbet etmekle göstermiştir. o zamana kadar padişahlar pek kimsenin ziyaretine gitmez, sadece ziyaretçi kabul ederlerdi. yeni padişah ise, subaylarla asker karavanasından yemek yiyor, bakanlar ve şehzadelerle vapur gezilerine katılıyor, camilerde halkın arasında omuz omuza namaz kılıyordu. bu hareketleri osmanlı tarihinin son yıllarında görülmemiş hareketlerdi ve o zamanın şartlarında avrupa krallarında bile rastlanmazdı. halk yeni padişahı çok sevmiş, çok benimsemişti. onu “osmanlı devleti’nin son ümidi” olarak görüyorlardı.
kendisi de bunun farkında olduğu için sürekli çalışıyordu. çok zeki olduğu, hayret verecek derecede bir hafızaya sahip olduğu, düşmanları tarafından bile kabul edilir. savaş sırasında gecelerini saray telgrafhanesinden haber bekleyerek geçirir, geceler boyu uykusuz bile olsa, bir haber geldiğinde mutlaka uyandırılmasını tembih ederdi.
abdulhamid, kan dökmekten hiç hoşlanmazdı. sultan abdulaziz’i durup dururken katledenler idama mahkûm edilmişken, sadece sürmekle yetindi. kendisine suikast düzenleyen ermenilerin tuttuğu belçikalı terörist jorris’i bile affetmiş, avrupa’ya hususi ajan olarak göndermişti. gelen idam kararlarının tamamına yakınını sürgüne ya da kürek cezasına çeviren merhametli bir hükümdardır. hatta bir keresinde adliye nazırı abdurrahman paşa saraya gelerek istifasını sunmuş ve istifa sebebini soran padişah’a “bizim adaletimize güvenmiyor musunuz da getirdiğimiz idam dosyalarını müebbet hapse çeviriyorsunuz?” diye çıkışmıştı. en güvendiği bakanlardan birisinin bu eleştirisiyle karşılaşan abdulhamid, ona, hâkimlerin de insan olmak suretiyle hatalar yapabileceklerini ve bu yüzden sonradan pişman olabilecekleri kararlardan dolayı vicdan azabı çekmek istemediklerini söyleyerek durumu açıklamış ve sonunda paşa’yı istifadan vazgeçirmişti.
sultan abdulhamid, “bir meclisin kurulması, problemlerin burada görüşülmesi gerektiği”ne öteden beri inanırdı. yalnız onu düşündüren önemli bir konu vardı. osmanlı devleti’nin genel nüfusu içinde türkler azınlıkta kalıyordu. oysa devletin kurucusu ve sahibi türklerdi. sayıları daha az olduğundan, mecliste de az sayıda kalacaklar, böylece, asırlardır islam adına devlete sahip çıkan bir milletin sağladığı istikrar tehlikeye düşecekti. bu da devletin selameti açısından mahzurluydu. -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 2/9
ilk kanun-i esasi (yani anayasa) hazırlanırken endişeliydi. bu endişesini başkâtip tahsin paşa’ya açtı:
“bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin menfaatidir. eğer bu menfaat kanun-i esasi’nin ilanında ise o da yapılıyor; fakat uygulanır mı? türk’ün menfaati korunur mu? burasını kestiremiyorum!”
bu endişesinde ne kadar haklı olduğunu meşrutiyet meclisinden çıkan neticeler açıkça gösteriyor.
mithat paşa bir anayasa taslağı hazırlamıştı. hukuk bilgisinden yoksun olan mithat paşa’nın hazırladığı anayasaya göre, meşrutiyet meclisi 120 üyeden meydana gelecek, üyelerin üçte biri hükümet tarafından –sadrazam olduğuna göre bizzat kendisi tarafından- tayin edilecekti. tayinle gelen meclise “milli meclis” demek elbette mümkün değildi ve böyle tuhaflıklar ancak mithat paşa gibi birisine yakışırdı. bakanlarla yüksek memurlar da milletvekili sayılacaktı. türkçe’nin yanı sıra müslüman olmayan milletlerin konuştuğu diller de resmi dil sayılacaktı.
sultan abdulhamid bu maddeye şiddetle karşı çıkmış, resmi dil olarak türkçe’nin dışında hiçbir dilin kabul edilemeyeceğini söylemiştir.
meşrutiyet ilanının arifesinde sınırlardan kötü haberler geliyordu. sırbistan ile karadağ isyan halinde bulunuyorlardı. bosna-hersek’teki ayaklanma da sürüyordu. osmanlı ordusu isyanları bastırmak için belgrad’a girmek üzereyken rusya harekete geçmiş, şiddetli bir nota vermişti. rusya ile savaşmak istemeyen padişah, sırplar ve karadağlı isyancılarla iki senelik bir anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı.
yine de durum giderek gerginleşiyordu. ruslar sık sık iç işlerimize karışmaya başlamışlardı. 1876 yılının son günlerinde istanbul haliç’teki tersanede meşhur “tersane konferansı” toplandı. dışişleri bakanı safvet paşa’nın başkanlığında yapılan konferansa osmanlı’dan başka ingiltere, almanya, fransa, rusya, avusturya, macaristan ve italya delegeleri ile istanbul’daki büyükelçileri katıldı.
toplantı 29 gün sürdü. ama rus delegelerinin istekleri bitmiyordu… mithat paşa ve yandaşlarının kafasında “rusya ile savaşıp ‘kahraman’ olarak tarihe geçmek” yatıyordu. konferans sırasında ve konferans sonrasında savaş çığlıkları atıyorlardı. osmanlı-rus savaşı çıktığı takdirde, ingiltere’nin osmanlı devleti’ni destekleyeceğini sanıyorlardı. oysa istanbul’daki konferansa katılan ingiltere delegesi salisbury, ingiltere’nin türkiye’yi desteklemesinin mümkün olmadığını söylüyordu.
bunu gören padişah, konferansın son günlerinde bakanları saraya davet ederek huzurunda tartışmalarını söyledi. mithat paşa ve taraftarları mutlaka savaş istiyorlar ve ısrar ediyorlardı. mithat paşa sadrazamdı. sultan abdulhamid, askerin durumunu, hazineyi ve mühimmatların vaziyetini öğrenmek istedi. bu soruya birbirini tutmayan cevaplar geldi. bunun üzerine padişah durumu kendi aralarında görüşmelerini ve kesin bir rapor düzenleyip kendisine getirilmesini istedi. bakanlar bir odaya çekilip uzun uzun görüştüler. ve abdulhamid’e sadece laftan ibaret bir rapor sundular.
“böyle durumlarda savaşmak için askerin kuvvetine bakılmaz, bunda güç ve kuvvet aranmaz. biz anadolu’ya 400 atlıyla geldik. yine 400 kişi kalıncaya kadar savaşmak lazımdır.”
padişah bunları okumuş ve “vay gidi ahmaklık vay! rumeli’nin bütün bütün elden gitmesine sebep olacaklar!” demişti.
cevdet paşa bu savaşı anlatırken, haklı olarak şu benzetmeyi yapar:
“mithat paşa tüfeği doldurdu. damat mahmut paşa üst tetiği çıkardı, redif paşa ateş etti! bu üç kişi devletin başını bu felakete uğrattı…”
nihayetinde hazırlatılan bir anayasa ile ilk kanun-i esasi ilan edildi. böylece osmanlı devleti’nin idare şekli mutlakıyet iken meşrutiyet oldu.
öte yandan padişahın temsil ettiği “barış” fikri ile mithat paşa gibilerinin sözcülüğünü yaptığı “savaş” fikri sürekli çatışıyordu. meclis’ten toplanıp karar vermesi beklendi. paşaların yaptığı hararetli konuşmalardan etkilenen meclis, tersane konferansı’nın tekliflerini reddetti. delegeler dağıldı.
meclis açıldığı zaman günlerce şenlikler yapılmıştı. bu durumda 56’sı müslüman, 40’ı gayrimüslim olmak üzere toplam 96 milletvekilinden meydana gelen bu parlamento, demokrasinin öncülüğünü yaptıkları iddiasıyla ortaya çıkan avrupalıları bile çoğulcu görüntüsüyle şaşırtmıştır. çünkü o tarihte azınlıkların ve yönettikleri diğer milletlerin bu denli ağırlıkla temsil edildiği başka bir meclis bulabilmek mümkün değildi. ama daha ilk toplantıda gruplaşmalar başlamıştı. mecliste türkçe bilmeyen milletvekilleri vardı. yarardan çok zararı olduğu belli oluyordu. problemleri çözmek için gelmişlerdi, ama kısa süre sonra kendileri problem olmaya başlamışlardı. bu kargaşada osmanlı-rus savaşı, diğer adıyla 93 harbi patlak verdi.
bu savaş, o dönem için “dünyanın üç büyük savaşından biri” sayılır. (diğer ikisi 1870’de almanya ile fransa, 1904’te japonya ile rusya arasında olmuştur.)
savaşa giren iki imparatorluğun kuvvetleri de hemen hemen birbirine denkti. sadece rusların tuna üzerine ilk anlarda yığdıkları kuvvetler, osmanlılardan üstündü. savaş anadolu ve rumeli cephelerinde başlamıştı. çığ gibi büyüyordu…
iki ay sonra rus orduları tuna’yı geçmeyi başardılar. burada başarısız olan abdulkerim nadir paşa, ihmalleri yüzünden harp divanına sevk edildi. ruslar ilerleyişine devam etti. rus ordusu, general gurko’nun komutasında şıpka geçidi’ni işgal ederek osmanlı birliklerinin arasındaki yolu kesmiş oldu.
ilk büyük zafer plevne’de kazanılmıştır. gazi osman paşa’nın bir haftada bütün ağırlıklarıyla şehre ulaşıp tertibat alması, dünya tarihinde ender rastlanan bir durumdur. ruslar, plevne önlerine geldiği zaman osman paşa’yı karşısında bulmuştur. yorgun osmanlı askerine baskın yapmış, fakat yaklaşık 2 bin 800 ölü ve büyük miktarda yaralı bırakarak çekilmek zorunda kalmıştır. 10 gün sonra ruslar 50 bin asker ve 184 topla plevne’ye saldırdı. osman paşa’nın ise 58 topu ve 23 bin askeri vardı. ruslar ağır kayıp vererek geri çekildi. dünya’nın tanınmış savaş muhabirleri bu muhteşem askeri ve komutanını tanımak için plevne’ye geliyorlardı… ve dünyanın gözü önünde rus orduları üçüncü defa saldırıya geçiyorlardı… bu sefer rus çarı ve romanya prensi de katılmış, 432 topla plevne’yi dövmeye başlamışlardı. 11 eylül 1877 günü rus-romen orduları büyük taarruzu başlattılar. osman paşa 23 bin askerle düşmanı göğüsledi. savaş tam 12 saat sürdü. çok kanlı geçti ve osman paşa’nın kesin zaferiyle sonuçlandı.
rus çarı, osmanlı direnişini kırmak için 25 bin asker daha getirmişti. kaledeki müdafiler “ölürüz de plevne’yi moskof’a vermeyiz!” diyerek direniyorlardı. plevne iki ay daha direndi. fakat açlık baş göstermişti. bu durumda toplanan savaş meclisi, kuşatmayı yarmak için huruç harekatına karar verdi.
ne yazık ki, en önde giden osman paşa, yara alınca askerin maneviyatı sarsılmış ve bozgun baş göstermişti. gazi osman paşa, içi kan ağlayarak teslim oldu.
rus çarı kendisine esir değil, misafir muamelesi gösterdi. kahramanca savunma yapan düşmanın üstünlüğünü kabul ediyor, ona saygı duyuyordu.
bu savaşta türk ordusu, iyi idare edildiği takdirde neler yapabileceğini dünyaya bir kere daha ispat etmiş, bir kere daha parmak ısırttırmıştır.
plevne düşmüş, rusların 150 bin kişilik muazzam ordusunun önünde bir engel kalmamıştı. ruslar meriç’i geçip, edirne’yi işgal ettiler. devamında yeşilköy’e dayandılar.
kafkas cephesinde de işler iyi gitmiyordu. ruslar kars’a girmiş, ancak kars ile erzurum arasında durdurulabilmişti. bu durumda barış yapmaktan başka çare kalmamıştı.
nihayet ayastefanos anlaşması imzalandı. (3 mart 1878). -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 3/9
1. meşrutiyet’in sonu
1. meşrutiyet’in ilanıyla toplanan meclis-i mebusan, problem çözmekten çok problem oluyordu. savaş çığlıkları atan mithat paşa ile taraftarlarını desteklediklerini unutan mebuslar, mağlubiyetten abdulhamid’i sorumlu tutuyorlardı. oysa abdulhamid, tam tersini savunuyordu.
13 şubat 1878 çarşamba günü “meclis-i mebusan’ın süresiz olarak tatil edildiği” duyuruldu. böylece sultan abdulhamid’in şahsi idare devri başlıyordu.
ruslar, osmanlı devleti’nin yapmak zorunda kaldığı ayastefanos anlaşmasıyla ege ve tabii, çok istediği akdeniz’e çıkmıştı. bu durum avrupa’nın büyük devletlerini endişelendirmek için yeterliydi. öte yandan, özellikle “dış politika konusunda asrın yetiştirdiği en büyük devlet adamı” olduğunda bütün dünyanın birleştiği abdulhamid, diplomatik yoldan harekete geçerek anlaşmanın yürürlüğe girmesini önlemeye çalışıyordu. bunu başardı. avrupa’yı arkasına aldı. yeni bir savaştan ürken rusya da buna ses çıkaramadı. rusya’nın ayastefanos anlaşmasından vazgeçmesinde en büyük rolü ingiltere oynadı. karşılığında ise kıbrıs’ın idaresi bırakıldı. hukuken osmanlı’ya bağlı kalacaktı. ayrıca rusya, osmanlı topraklarını işgale kalkışırsa ingiltere osmanlılara her türlü askeri yardımı yapacaktı. buna karşılık ingiltere, berlin görüşmelerinde osmanlı’yı destekledi. bu şartlar altında berlin anlaşması imzalandı. “büyük bulgaristan” hayali suya düştü. makedonya, osmanlı’ya iade edildi. kars, batum, ardahan ruslara terk edilirken ağrı-doğubeyazıt osmanlı’da kaldı.
ayastefanos anlaşması çok korkunçtu. berlin anlaşması ondan bir hayli yumuşak denilebilir. sultan abdulhamid, siyasi dehasıyla çok büyük bir felaketin önüne geçmiştir.
bir cinayetin hesabı
“sultan abdulaziz’in katledildiği” söylentileri memleketi hala çalkalıyordu. aradan 5 yıl 23 gün geçmişti ve halk mazlum padişahı unutmamıştı. katillerden hesap sorulması isteniyordu. peki, dava neden üzerinden 5 yıl geçtikten sonra açılmıştı? neden bu kadar süre beklenmişti? şöyle ki, o “uzun” 5 yılda sultan 2. abdulhamid, bir yandan 93 harbi’nin ağır yaralarını sarmaya çalışırken, öbür yandan iktidar merkezine çöreklenmiş bulunan darbecileri kendine has yöntemlerle uzaklaştırıp ipleri yavaş yavaş eline almıştı. artık onlarla kanun önünde hesaplaşabilirdi.
30 mayıs 1876 günü gerçekleştirilen askeri darbeyle sultan abdulaziz tahttan indirilmiş ve yerine yeğeni 5. murad geçirilmişti.
sultan abdulaziz, dolmabahçe sarayı’nda, güya padişah’a yapılacak bir suikastı önlemek için getirilen harbiye öğrencileri tarafından sarıldı. operasyonun baş aktörleri; rüştü paşa, hüseyin avni paşa, mithat paşa ve süleyman paşa idi. ve padişah “hal’edildi.” birkaç gün sonra da feriye sarayı’ndan o feci haber geldi: abdülaziz bilek damarları kesilmiş bir vaziyette kanlar içinde bulunmuş, bundan kısa bir süre sonra da hayatını kaybetmişti. öldürüldü mü yoksa intihar mı etti? işte bunun cevabına dair son kanıt, abdulaziz’in kızı naime sultan’ın “babamın katledilişini bizzat gördüm” diyerek anlattığı yazıdır.
büyük umutlarla tahta geçirilen 5. murad’a gelince, bu korkunç olay üzerine cinnet geçirdi. tuhaf hareketleri sonucunda padişahlık yapamayacağı anlaşılınca tahttan indirildi ve o zamana kadar kişiliği pek de iyi tanınmayan şehzade abdulhamid padişah yapıldı.
işte “yıldız mahkemesi” adıyla tarihe geçen yargılamalar bu operasyonun ardından geldi. davacı, “maktül”ün, yani abdülaziz’in “velisi” sıfatıyla abdülhamid’di. görünüşte bir cinayet davası görülüyordu ama aslında görülen, kanlı bir darbenin hesabıydı.
mahkeme, halka açık duruşmalar şeklinde yapıldı. sonuç olarak midhat paşa da aralarında bulunmak üzere 10 sanığa idam kararı çıktı. ne var ki abdulhamid, hep yaptığı ve yapacağı gibi idam cezalarını sürgüne çevirmekle yetindi; mahkûmlar cezalarını çekmek üzere taif’e gönderildi.
abdulhamid için önemli olan, darbecilerin yargılanabildiğinin görülmesi ve ibret alınmasıydı.
alındı mı?
1909’a kadar evet.
ya sonrası?
o, ‘abdulhamid’siz yüzyıl’ın kanlı hikâyesidir.
ermeni meselesi
bu arada rusya ve bazı avrupa devletleri, osmanlılarla kaynaşmış ermenileri kışkırtmaya çalışıyorlardı. en büyük gayreti rusya gösteriyordu. 93 harbi’ni kazanmıştı gerçi, ama umduğunu alamamıştı.
diğer devletler rusya’ya dirsek çevirmişlerdi. bulgaristan rusya’ya tavır almıştı, sırbistan avusturya’ya yaklaşmıştı. böylece rusya’nın balkanlar’dan akdeniz’e inme planları suya düşmüştü. tek çare, doğu vilayetlerimizde yoğun olan ermenileri kışkırtıp ayrı devlet kurmalarını sağlamak ve o yoldan iskenderun veya basra körfezine sarkarak güneye, sıcak sulara inmekti.
ingiltere’ye gelince… osmanlı’yı destekleme siyasetini terk etmişti. başbakan koltuğunda gladstone oturuyordu. amansız bir islam ve türk düşmanı olan gladstone, bir gün avam kamarası’nda yaptığı bir konuşmada kuran-ı kerim’i eline almış, bir sürü hakaretler sıralamış, en sonunda, “bu kitap türklerin elinde bulunduğu ve buna uyduğu müddetçe onları tarihten silemeyiz” demişti. gladstone hem ermeni teröristleri hem de rusya’nın ermeni politikasını destekliyordu.
gerek ayastefanos anlaşması’nın 16. maddesi gerekse berlin anlaşması’nın 61. maddesi, osmanlı devleti’nin ermenilerin oturduğu osmanlı vilayetlerinde “ıslahat” yapması hükmünü getiriyordu. osmanlı devleti bu maddeleri kabule hem ingiltere hem de rusya tarafından şiddetle zorlanmıştı. ama sultan abdulhamid bu maddeleri hiçbir zaman uygulamadı. çünkü “ıslahat” demek, “sonu istiklale varacak bir dizi imtiyaz” demekti. daha önce lübnan’da, girit’te, bulgaristan’da ve sair yerlerde yapılan ıslahatlar, bu toprakların ve milletlerin osmanlı’dan kopmasına neden olmuştu. bu bakımdan, sultan abdulhamid adı geçen maddeleri uygulamamak için direniyor:
“doğu anadolu’yu bağımsızlığa götürecek ıslahatı kabul etmektense ölmeyi tercih ederim!” diyordu.
ermeniler isviçre’de 1886 yılında “hınçak” isimli gizli bir örgüt kurmuşlardı. rusya ve ingiltere gibi büyük devletler tarafından besleniyordu. çeteler kurmuşlardı. ermeni çeteleri türk köylerine saldırıyor, masum halkı kılıçtan geçiriyor veya kurşuna diziyordu. hatta ermenileri bile öldürüp, suçu türklerin üstüne atıyorlardı. dünya çapında, şimdi olduğu gibi kesif bir propagandaya başlamışlardı. sultan abdulhamid, ermeni çetecilerle mücadele için “hamidiye alayları”nı kurdu.
bu faaliyetlerin sonucu olarak bazı avrupalı aydınlarda şiddetli bir abdülhamid düşmanlığı başladı. alfred vandal, “kızıl sultan” lakabını taktı. ingiltere başbakanı gladstone da “büyük cani tabirini kullandı. -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 4/9
padişaha ermeni suikasti
ermeni patırtılarına osmanlı padişahı’nın pabuç bırakmaması, aldığı isabetli tedbirler ve yürüttüğü akılcı dış politika sayesinde ermeni emellerine set çekmesi, ermenileri çileden çıkarmıştı. son çare olarak “padişahın ortadan kaldırılması”na çalıştılar. ermeniler için başka çare kalmamıştı. çünkü zaman geçtikçe sultan abdulhamid’in siyaseti ağır basıyor, ermeni propagandasına kapılmış bazı aydınlar gerçekleri görmeye başlıyordu. bu sebeple ermeni çeteciler sultan abdulhamidi öldürmeye karar verdiler.
bundan 106 yıl önce, beşiktaş’ta yıldız veya o zamanki adıyla hamidiye camii’nin avlusunda bir bomba patlamıştı. sultan 2. abdulhamid bu suikastten kıl payı kurtulmuş ama 120 kilo ağırlığındaki bomba 3’ü asker olmak üzere 26 kişinin ölümüne, 58 kişinin de yaralanmasına sebep olmuştu.
günlerden 21 temmuz 1905’tir. 2. abdulhamid’in cuma selamlığındayız. cuma namazı bitmiş, özellikle ecnebi meraklılar tarafından büyük bir heyecanla beklenen an gelmiştir. sultan abdulhamid caminin çıkış kapısına doğru ilerlerken bazı vekil ve vezirleriyle konuşmuş, onlara iltifatlarda bulunmuştur. tam kapıdan çıkacakken bu defa da sevgili şeyhülislamı cemaleddin efendi’yle ayaküstü bir meseleyi konuşacağı tutmuştur. dışarıda kendisini hangi korkunç sürprizin beklediğinin tabii ki farkında değildir o sırada.
bizzat suikastçılar yıldız camii’nin avlusunda padişah’ın dışarı çıkmasını beklemektedirler. gecikme, onları iyice meraklandırmıştır. çünkü cuma selamlıklarına defalarca gidip gelmişler ve padişah’ın caminin dış kapısına 1 dakika 42 saniyede ulaştığına varıncaya kadar her şeyi inceden inceye hesaplamışlardır. ne var ki, sultan abdulhamid’in tam kapıdan çıkarken cemaleddin efendi ile yaptığı o ayaküstü sohbet, bütün planlarını alt üst edecektir.
29 yaşındaki belçikalı sosyalist edward jorris, fransa’daki eylemleri sırasında ermeni tedhişçileriyle tanışmış ve onların daveti üzerine istanbul’a gelerek hazırlıklara başlamışlardır. ardından viyana’da özel bir araba imal ettirip patlayıcıyı oturma yerinin altına yerleştirebilecekleri özel bir bölme yaptırmışlardır.
bu arabayı yıldız camii’nin avlusuna sokmayı başaran suikastçılar, saatli bombayı padişah kapıda görünür görünmez harekete geçirmiş ama o “bir anlık gecikmeyi” hesaplayamamışlardır.
ardından, müthiş bir infilak sesi ile sarsılır istanbul.
necip fazıl’ın deyişiyle, “gündüzü geceye çeviren bir duman, baruttan yayılan ölüm kokusu ve parçalanmış bir sürü at, insan ve araba… ardından boğuşma halinde bir kaçışma…” olarak söyleyebileceğimiz bir manzara…
peki bu korkunç vaziyet karşısında adı “korkak” a çıkartılan sultan abdulhamid nasıl davranmıştır dersiniz? tam bir osmanoğlu’na yaraşır şekilde. olayı soğukkanlılığını asla yitirmeden sükûnetle izlemiş, telaşa ve paniğe kapılmış olan yetkilileri “korkmayın!” diye yatıştırıp gerekli talimatları verdikten sonra sert ve vakur adımlarla saltanat arabasına yönelmiş ve patlamadan ürkmüş olan atların dizginini eline alarak dörtnala yıldız sarayı’nın yolunu tutmuştur. onun bu metanetine yerli ve yabancı seyirciler, bu arada amerikalı bahriye generali bagnam paşa da hayran kalmış ve misafirler arasından “yaşa sultan!” sesleri yükselmiştir.
suikasti çok planlı olarak hazırlayanların hesabı şuydu: suikast başarılı olsaydı, arkasından beyoğlu’nda patlamalar birbirini takip edecek, kargaşalık çıkartılacak, bunu dış güçlerin müdahalesi izleyecek ve doğu’da bağımsız bir ermeni devleti kurulmasının ilk adımları böylece atılmış olacaktı. ama o birkaç dakikalık gecikme büyük planlarını suya düşürmüş oldu.
burada şunu da söylemek isterim, “vatanperver” (!) bir şairimiz olan tevfik fikret, suikastin hedefine ulaşamayışına fena halde üzülmüş, bunu “bir anlık gecikme” adlı şiirinde göstermiştir:
(bu arada dam, tuzak demektir.)
“ey şanlı avcı, damını beyhude kurmadın;
attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!...
kanlarla bir cinayete benzeyen bu iş
bir hayır olurdu, misli asırlarca geçmemiş.”
işte aynı tevfik fikret’in 1891’de bir şiir yarışmasında abdülhamid’e övgüler dizen şiiri birinciliği kazanmıştır. -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 5/9
ingilizler ve abdülhamid
zamanın en büyük devleti olan ve “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” diye anılan ingiltere, birçok islam ülkesini hâkimiyeti altında bulunduruyordu. buralarda hâkimiyetini sürdürebilmek için sultan abdulhamid’i gözden düşürmesi gerekliydi. çünkü müslümanlar, “halife” sıfatı taşıyan ve bunun hakkını veren sultan abdulhamid’i çok seviyorlardı. sultan abdulhamid’in resimleri hindistan’ın uzak köylerindeki kulübelere bile girmişti. çin, afrika ve orta asya’da ki camilerde bütün cuma hutbeleri sultan abdülhamid adına okunuyor, her namazın sonunda müslümanların halifesine dua ediliyordu. ayrıca abdulhamid, birçok islam ülkesine din adamları göndermiş, osmanlı devleti lehine propaganda yaptırıyordu.
ingiltere, padişahın tesirini zayıflatmak için çalışıyordu. çünkü hâkimiyeti altında bulunan ülkenin insanları, istanbul’a bağlı kalırlarsa zaman içinde ayaklanabilirlerdi. bu bakımdan, ingiltere’nin emperyalist/sömürgeci siyaseti, sultan’ın “islam dünyasını birleştirme” siyasetiyle çatışıyordu.
en büyük çatışma alanı da arap yarım adası’ydı. ingiltere, arap yarımadası’nda kök tutturmak için elinden geleni yapıyordu. bu emeline 1. dünya savaşı’ndan sonra kavuşacak ve meşhur casusu lawrence sayesinde müslüman arapları osmanlıların karşısına çıkarmayı ve arap yarımadası’nı osmanlı devleti’nden koparmayı başaracaktı.
bunun başlangıcı olarak mısır ve suriye’yi işgal etmişti.(1882)
türk-yunan savaşı (1897) tesalya’nın yunanistan’a bırakılması ve türkiye’nin yunanistan’dan 4 milyon 100 bin altın alınması, ingiltere/rusya/fransa/italya’nın tehditleri sonucu girit’in bütünüyle yunanistan’a terki ile sonuçlandı. oysa 1897 savaşı’nı çıkaran yunanistan’dı ve osmanlı devleti büyük zaferler kazanmış, osmanlı ordusu atina kapılarına dayanmıştı. ama son sözü yine “düvel-i muazzama” yani avrupalı büyük devletler söylemişti. ve bu söz, osmanlı devleti’nin bölünüp yok olmasına doğru atılan bir adım sayılırdı. müslüman osmanlı’ya karşı haksız olmasına rağmen yunanistan’ı tutmuşlardı.
sultan abdulhamid, avrupalı devletlerden osmanlı’ya köklü ve kalıcı bir menfaat gelmeyeceğini biliyordu. onlar daima verdiklerinden fazlasını alıyorlardı. bu bakımdan padişah, islam siyasetine ağırlık vermişti. afrika’nın ortasında bir sultanlık olan zengibar’a değin uzanmıştı abdülhamid’in elleri.
fakat hâkimiyeti altında bulunan her yere ulaşmak mümkün olmuyordu. bu düşünceyle, istanbul’u şam’a bağlayacak bir demiryolu yaptırmaya karar vermişti. islam dünyasının yardım ve gayretleriyle bu proje gerçekleşti. demiryolu hattı medine’ye ulaştı. bu hat hem hacılar için büyük kolaylık getirecek, hem de asker sevk etmek gerektiğinde işi kolaylaştıracaktı. ve osmanlıların islam dünyasındaki prestijini arttıracaktı.
padişah bununla da yetinmedi, bağdat’a da bir tren yolu yaptırmaya karar verdi. yabancı şirketler bu konuda kapıştı, ingilizler de işi almak istiyordu. fakat padişah, almanları tercih etti. ingilizlerin abdülhamid’e karşı duyduğu kin bir kat daha arttı. yurdu “demir ağlarla örme” projesi gerçekleşmektedir.
bu projenin, önemli olan bir noktası daha vardır. abdulhamid’in enerji politikalarıyla yakından ilgisi.
hicaz demiryolu’nun gerçek yapılma sebebi, yavuz sultan selim’in, osmanlı fetihlerinin yönünü doğuya çevirmesindeki sırla alakalıydı. nasıl yavuz; iran, suriye ve mısır fetihleriyle portekiz’in hint okyanusu’ndaki etkinliğine karadan giderek bir cevap vermişse, torunu olan http://2.abdulhamid de hindistan ve mısır’ı kontrol altına alan ingiliz emperyalizmine yine karadan bir yol bularak karşılık veriyor, kurtların iştahlarını kabartan enerji havzalarına erkenden sahip çıkıyordu.
bunu, bağdat ve hicaz demiryollarının geçtiği noktalar ile petrol çıkan bölgeleri gösteren haritaya baktığınızda daha net olarak görebilirsiniz. ne tuhaf, değil mi? tren hatları, petrol çıkan bölgelerden geçirilmiştir. ama ince bir hesap daha yapılmaktadır: almanlar demiryolunun iki yanında 30 km. lik bir alanda her türlü maden, tabiat zenginliği ne varsa imtiyaz dâhil olsun istiyorlardı. bunun karşısında abdülhamid ne yaptı? petrol güzergâhında paul groskopf adlı mühendise tespit ettirdiği petrol ve madenlerin bulunduğu arazileri hazine-i hassa üzerine tapu ettirdi. böylece özel mülk haline gelen bu arazi almanların denetimine geçmeyecektir. -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 6/9
abülhamid ve siyonizm
islam’da “ırk”, belirleyici bir ölçüt değildir. böylelikle yahudiler müslüman toplumlarda batı’daki gibi bir dışlanmaya, aşağılanmaya ve ayrımcı muameleye maruz kalmadılar. emeviler döneminde de, abbasiler döneminde de, selçuklular ve osmanlı döneminde de bu temel yaklaşımın sürdüğünü görürüz. elbette tuleytula’da 1066 yılında patlak veren ve “sebepleri görünenden daha karmaşık olan” yahudi aleyhtarlığı ve 16. yüzyıl sonlarında topkapı sarayı’nda vuku bulan esther kira olayında görüldüğü gibi, iktidarın gücüne rakip ve potansiyel bir tehlike haline geldiklerinde cezalandırıldıkları istisnalar vardır. ancak normal şartlar altında avrupa ülkelerinde gördüğümüz türden, sırf yahudi oldukları için dışlanan, aşağılanan vücutları dünya üzerinden “iyilik olsun diye” temizlenen bir kavim statüsünde olmadıkları açıktır.
avrupa ülkelerinin kapı dışarı ettikleri yahudiler, öteden beri soluğu osmanlı devleti’nin herkese ve her inanca açık kapısında alıyorlardı. nitekim 1376’da macaristan sınır dışı etmişti yahudileri; onlar da osmanlı’ya başvurmuş ve başkent edirne’ye yerleştirilmişlerdi. 1394 yılından sonra bu defa da fransa’dan kapı dışarı edilenlerin tek adresi yine edirne olmuştur.
bu bakımdan islamiyet, mısır’dan çıkışlarından sonra yahudi milletine yeryüzünde belki de en huzurlu yaşayacakları medeni ortamı sunmuş bulunuyordu. avrupa’da ise yahudiler, endülüs’teki islam hâkimiyeti dönemi hariç, rahat yüzü görmüş değillerdi. dolayısıyla siyonizm, islam dünyasının değil, avrupa yahudilerinin ve doğrudan doğruya avrupa’nın bir iç problemi olarak ortaya çıkmıştır.
zamanla anti-semitizim cereyanıyla birlikte avrupa’da yahudi düşmanlığının da katmerlendiği görülür. mahallelerine tecavüz edilir, rusya ve ukrayna’da olduğu köyleri yakılır(pogrom), kendileri ve çocukları kim vurduya gider. avrupa’da 19. yüzyılın sonlarına kadar bu tür tacizlerde “yahudi sorunu” etkili olur. böylece avrupa yahudileri içerisinde bir bilinçlenme, güçlerini birleştirme ve modern bir kimlik oluşturma çabası filizlenir.
1897 yılında isviçre’nin basel şehrinde, dünya siyonist kongresi, bir yıl önce “yahudilerin devleri” adlı bir kitap yazmış olan theodor herzl başkanlığında toplanır. bu yıllarda filistin, bir osmanlı toprağı olan suriye’nin vilayeti konumunda olup burada 20 bin civarında sefarad yahudisi, yani ispanya’dan göç etmiş yahudi cemaati yaşamaktadır. avrupa ülkelerinde artan baskılar, siyonistlerin yahudilere yeni bir yurt bulma çabalarını acil hale getirir. öncelikle kimsenin kendilerine yurt vermeyeceklerini düşündükleri için yahudi zenginler bir araya gelerek bir ülkeden toprak satın almak için harekete geçerler. tabiatıyla öncelikli vatan adayı, “arz-ı mev’ud”, yani vaad edilmiş topraklar adını verdikleri filistin’dir.
bir ara herzl, kıbrıs adasını yahudilere yurt yapmayı düşünür. siyonist kongresi’nde, o sıranın fransa’nın sömürgesi olan uganda’nın da adaylar arasında adının geçtiğini yazar kaynaklar. uganda toprak satışı taleplerini onaylamasına rağmen, siyonistler fikir değiştirip gözlerini yeniden filistin’e dikerler. filistin söz konusu olunca da, tabiatıyla “hasta adam” bile olsa, en güçlü islam devletinin başındaki osmanlı yönetimini ve sultan abdulhamid’i bulacaklardır karşılarında.
siyonizmin ve aslında israil devleti’nin kurucusu ve teorisyeni theodor herzl, istanbul’a 1896-1902 yılları arasında yaptığı 5 ziyaretten yalnızca birisinde padişah’la görüşebilmiştir. bütün gücüyle sultan’ı yahudiler’in filistin’e iskanına ikna etmeye çalışan herzl’in çabaları her seferinde akim kalmış ve sonunda abdulhamid tahtta kaldığı sürece filistin’de bir israil devletinin kurulamayacağını anlamıştır. theodor herzl, ilk girişimini danışmanları aracılığıyla yapar. teklifi şudur:
herzl, osmanlı devletine nakit 5 milyon altınlık bir meblağ teklif etmiştir. o vakitler osmanlı hazinesinin içinde bulunduğu sıkıntılı vaziyeti düşünürsek, toplam 20 milyon sterlini bulacak bu cömert teklif, gerçekten de ciddi ve su kadar ihtiyaç duyulan bir meblağdır.
tam da devletin sıkıntılı bir dönemde böyle bir teklif gelmesine rağmen, herzl’in teklifi sultan abdulhamid tarafından gösterilebilecek en sert tepkiyle reddedilir. cevabın tonu, gerçekten de serttir:
“bay herzl’e; ona söyle: bu meselede ikinci bir adım daha atmasın. ben bir karış dahi olsa toprak satmam. zira bu vatan bana değil milletime emanettir. milletim bu toprağı kanlarıyla verimli kılmışlardır. benim suriye ve filistin alaylarımın efradı birer birer plevne’de şehit düşmüşlerdi. bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. türk imparatorluğu bana ait değildir, türk milletinindir. ben onun hiçbir parçasını veremem. bırakalım museviler milyonlarını saklasınlar. benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.” -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 7/9
ikinci meşrutiyet
1. meşrutiyet’in tatil edildiği vakit manzara gerçekten vahimdi. osmanlı topraklarının neredeyse üçte biri elden çıkmıştı. yüklü bir tazminat borcu maliyeyi kıskıvrak bağlamış bulunuyordu. hele en verimli toprakları ve üretken halkıyla rumeli topraklarının büyük kısmının kaybedilmiş olması, sonuçları bakımından hem 2. abdulhamid’in “ittihad-i islam” siyasetine yönelmesinde belirleyici olmuş, hem de devletin demografik ve ekonomik yapısında sarsıcı değişimler doğurmuştu.
1908’deki toplum, eğitim seviyesi bakımından 1878’dekinden daha geride değil, kesinlikle daha ilerideydi. iletişim ve ulaşım bakımından da öyle…
öte yandan tabii ki 30 yıl az buz bir zaman dilimi değildi. zaten toplumu kendi haline bırakırsanız, o da bu süre zarfında belli bir mesafe alacaktı ister istemez. doğru. ancak bu sürede yapılanları, hele merkezinde müslümanların yer alacağı bir “osmanlı milleti” vücuda getirme amacına yönelik olarak eğitimden teknolojik altyapıya, ordunun yeniden organize edilmesinden sosyal yatırımlara ve yardım kuruluşlarına kadar, en önemlisi de ideolojik bir çerçeve ve “teritoryal” bir vatan anlayışına kadar pek çok alanda atılan devasa adımları inkâr etmek mümkün değildir. bunlar, yalnız ittihat ve terakki’ye değil, sonradan türkiye cumhuriyeti’ne de miras kalacak büyük bir mirasın parçalarıydı.
düşünün ki, 1877’de açılan ilk mecliste müslüman ve gayrimüslim milletvekillerinin eğitim, kültür ve bilinç düzeyleri arasındaki ilkinin aleyhine oluşmuş bulunan bu ciddi fark, 1908 meclisinde büyük ölçüde kapanmış bulunmaktadır. artık vatan denilince anlaşılan, herkesin ucundan çektiği bir “kartaca derisi” değildi; birlikte olmanın daha fazla yarar sağlayacağına dair belli bir bilinç –yetersiz de olsa- oluşmuş bulunuyordu.
ve sonrası…
anayasal (meşruti) monarşinin henüz ilk yılı dolmadan tepeden inme bir askeri müdahaleyle karşılaşıldı. rumi takvimle 31 mart 1325’te, miladi takvimle 13 nisan 1909’da ayaklanma başladı, ardından da hareket ordusu, gönüllü taburlarla birlikte selanik’ten gelip yönetime el koydu. istese düzensiz bir birlik olan hareket ordusunu anında yok edebilecek olan fakat kardeş kanı akmasın diye saldırı emrini vermeyen sultan’ı, bir yıl önce tahttan indirmeyi başaramadıkları ve bu yüzden de kendileri için sürekli bir rahatsızlık kaynağı olan sultan 2. abdulhamid’i bu defa alaşağı etmeyi başardılar.
artık önlerindeki en ağır engel de kalkmıştı. kim tutabilirdi ki ittihat ve terakki’nin yüce şeflerini?
bu da yetmedi, ülkeyi kurtaracakları, beyaz sayfa açarak talihini değiştirecekleri, devleti yeniden fethedecekleri iddialarıyla dağa çıkanlar, sadece 3,5 yıl sonra hürriyet ayaklanmasını bağrında yeşerttikleri balkan topraklarını dahi korumayı beceremediler. iç çatışma, orduya siyasetin bulaşması, hizipçilik, acemilik vb. etkenlerle osmanlı’nın ilk başkentlerinden edirne, bulgar çizmeleriyle çiğnendi.
soruların ağında abdülhamid
sultan abdulhamid, baskıcı mıydı?
tanzimat’ın ilk dönemi hariç, 1946’ya kadarki türk siyasi hayatının neredeyse tamamı, genellikle liderler (sultan abdulhamid, enver paşa, atatürk, ismet inönü), yani “tek adamlar” üzerinden gitmiştir (aynı şekilde almanya’da prens bismark, imparator 2. wilhelm gibi). o dönem avrupa’sının siyasi yapısı demokrasi değil, monarşiler ve tek adam yönetimleri ve onlara muhalefetle seyreder. yani abdülhamid’in tek adam yönetimi yalnız değildir kendi çağında; brezilya’dan rusya’ya ve belçika’dan japonya’ya kadar uzanan bir coğrafyada pek çok meslektaşa (!) sahiptir.
batı’da demokrasi vardır dememize rağmen avrupa ülkeleri birkaç istisnasıyla, otoriter bir yapıya sahiptir. biz bugünden baktığımızda abdülhamid’in idaresinde belki otoriter ve istibdad benzeri bir görüntü bulabiliriz. (françis georgeon onun yönetimine “otokrasi” adını verir.) çünkü biz bugün çok partili, seçimlerle belirlenen bir yönetime sahip siyasetin çoğullaştığı bir ortamda yaşıyoruz. oysa 19. yüzyıl’a baktığımızda osmanlı devleti, rusya’dan ingiltere’ye, italya’dan almanya’ya kadar pek çok devletin siyasi ve diplomatik kıskacında bulunuyor ve her allah’ın günü topraklarından bir parçası daha kopartılmak isteniyordu.
böylesine çetin bir dönemde “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” gibi bir düşünce içinde olunsaydı acaba imparatorluğun hangi parçası elimizde kalırdı? hatta türkiye diye bir siyasi varlık kalır mıydı? düşünmek gerekir.
dolayısıyla “güvenlik mi öncelikli, yoksa özgürlük mü?” sorusunun karşısında abdülhamid’i bugünkü sınırlı bakış açısıyla yargılamanın ve onu müstebit, otoriter, despot,zalim bir yönetici olarak görmenin hatalı bir hüküm olacağı düşüncesindeyim. o günkü şartlar doğrudur veya yanlıştır ama ancak bu şekilde bir yönetim anlayışının devleti ayakta tutacağı sonucunu doğuruyordu aklı-ı selim sahiplerinin kafasında.
bu tedbirlerin ne kadar isabetli olduğu, neyi önlemeye,engellemeye,frenlemeye çalıştığı abdulhamid’in tahttan indirilmesinden sonra yaşanan 9 yıllık feci tecrübeyle yeterince doğrulanmış olmadı mı? -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 8/9
sultan abdulhamid, donanmayı haliç’te çürüttü mü?
bu soruya 3 madde halinde cevaplamaya çalışacağım:
1) abdülaziz döneminde osmanlı donanması, görünüşte avrupa’nın 3. büyük deniz gücü haline gelmişti gelmesine, ama bu bir kısmı elden düşme ya da ikinci el alınan devasa gemilerimiz, 93 harbi’nde karadeniz’de yapılan bir deniz çarpışmasında küçücük rus istimbotlarıyla başa çıkmakta zorlanmıştı. yani gemilerin parlak boyalı, büyük ve gösterişli olmaları bir şeyi halletmiyordu.
2) gemi üretim altyapısı hazır olmayan devletlerin sırf dışarıdan gemi satın alarak donanmalarını ayakta tutmaları mümkün değildir. kaldı ki, sultan abdülaziz’in kurduğu donanmanın hızla yenilenmesi gerekiyordu. bu da, 93 harbi’nden yenik çıkıp milyonlarca altın tazminat ödemek zorunda kalan devlete masraf kapısı demekti. fakat abdülhamid, tamamen boşlamış da değildi, yine gemiler satın almış ve donanmayı yenilemiştir. ancak o, temelde “karacı”ydı. silah yatırımlarını top ve tüfeğe yapmıştı.
3) abdülhamid eğer söylendiği gibi donanmaya düşman olsaydı, ruslar ayastefanos anlaşması’nda bazı gemilerimizi tazminat olarak istediklerinde direnmez, verip kurtulurdu. oysa sultan, “donanmanın elden çıkarılmasına kesinlikle razı değilim. bu maddeyi reddetmek için her türlü fedakârlığa hazırım. bu uğurda gerekirse canımı feda ederim.” demiştir.
ingilizler, abdülhamid’i neden sevmezlerdi?
“abdülhamid, kurtlarla birlikte ulumayı bilen bir hükümdardı.” öncelikle bu ifade ne demektir?
ingilizcedeki “kurtlarla birlikte ulumak” deyiminin kaynağı şudur: dağ başında kurtlar etrafınızı çevirdiğinde ancak onlar gibi ulumayı becerebilirseniz sizi kendilerinden kabul ediyor ve dokunmadan yanınızdan geçip gidiyorlar. kaçmaya yahut başka türlü (mesela insan gibi) sesler çıkarmaya kalkarsanız, üzerinize saldırıp anında parçalıyorlar. bir başka deyişle, tek şansınız, onlar gibi ulumayı becerebilmektedir. dönemin en büyük “kurtlarından” olan ingiltere de, osmanlı’nın en küçük bir zaafında dişlerini belli ediyor, kendi menfaatlerini sağlama yoluna gidiyordu. fakat abdülhamid’in zekice siyaseti, ingilizleri çileden çıkarmaya yetiyordu. devletin sağlam yönlerini tam anlamıyla kullanarak, zayıf yönlerini ise güçlü gibi davranmayı başararak kapatıyordu. bu davranış, denge politikası şeklinde olabilir, yapılacak hamleye karşı kontratak şeklinde olabilir, bir şekle dış güçleri bertaraf ediyordu. gerek sınırlarının içindeki siyaseti (mesela hicaz demiryolu) gerekse dışarıdaki siyaseti, osmanlı devleti’nin vücudunu, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar ciddi bir kaza yaşatmadan yüzdürüp getirebilmiştir.
o dönemde dünya ne haldeydi? abdülhamid döneminin önem arz etmesinin sebebi nedir?
sultan abdulhamid belki sıkı bir yönetim sergiledi; parlamento, seçimler gibi siyasi enstrümanları işletmesine devrin şartları izin vermedi. ama bir şekilde bu 33 senelik dönemi, tamamen değilse bile, büyük ölçüde hasarsız atlatmamızı sağladığı da bir gerçek. balkan savaşlarına, hatta birinci dünya savaşı’na kadar iyi kötü onun zamanında korunabilmiş bir toprak bütünlüğü ile gelindi. daha da önemlisi, bugünkü türkiye’yi kuracak temeller, sultan abdulhamid’in iktidar döneminde atılmıştır.
sultan 2. abdulhamid 33 yıl boyunca etrafı “kurtlarla” çevrili bir ülkeyi sağ salim sahile çıkarmanın mücadelesini verdi. hasta adam’ın mirasının paylaşılması konusu 1850’lerde gündeme gelmişti. 1878’de rusya karşısındaki ağır yenilgimiz, emperyalizmin iştahını kabartmıştı ve türkiye’de darbe üstüne darbe yapılıyordu. önce sultan abdülaziz’e yapıldı darbe, sonra
5. murad’a. sanıldı ki, osmanlı’nın kaderi pamuk ipliğine bağlı. nitekim sultan abdulhamid tahta geçtiğinde ingiliz dışişleri bakanı, kendisini tehdit etmiş, “ayağını denk alsın, ona da öncekilere yaptığımızı yaparız” demişti.
çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. ülkeyi bir barış dönemine sokarken, kazanılan zamanda demiryolu ağından eğitim yatırımlarına kadar bir dolu projeye imza atıyordu. kendisini feda etmişti ama 30 yılda yetiştirdiği nesil, çanakkale’den sina çölüne kadar emperyalizme karşı akif’in deyişiyle “kıta kapma” oyunu oynayacaktı.
“kızıl sultan” demişlerdi ona. kendi açılarından haklıydılar. çünkü osmanlı’nın paylaşımını pahalıya getirmişti avrupa’ya. kansız olacaklarını sandıkları osmanlı gövdesindeki ameliyat, 30 yıllık gecikme sayesinde avrupa’nın kanlı bir iç savaşına dönüşmüş ve bir dünya meselesi haline gelmişti.
françois georgeon, abdülhamid’in, imparatorluk topraklarını yeniden fethe giriştiğini söyler ki, bence bu, abdulhamid hakkındaki literatürün en vurucu tespitleri arasına girmeyi hak etmektedir. imparatorluğu yeniden fetih!.. siyasi olarak fetih, fakat aynı zamanda haberleşme ve ulaşım olarak (telgraf direklerinin dikilmesini ve demiryolları projelerini düşünün) yeniden fetih; dış politika ve diplomasi olarak yeniden fetih; imaj olarak yeniden fetih ve kültürel olarak yeniden fetih.
yazara göre osmanlı toplumu ve kültürünü inceleyen yeni çalışmalar abdülhamid döneminin hiç de iddia edildiği gibi karanlık bir dönem olmadığını , hatta aksine, akdeniz’in doğu kıyılarında bulunan büyük liman şehirlerinde olduğu gibi bazı yerlerde rahat ve eğlenceli bir hayatın sürdüğü bir dönemin yaşandığını göstermektedir. georgeon’un kanaati, abdülhamid’in eski osmanlı geleneklerini çağa uyarlayan ve aynı anda çağdaş olmanın gerektirdiği bazı nitelikleri taşıyan ilginç bir devlet adamı portresi çizdiği merkezinde şekillenir.
nitekim abdulhamid’in üzerine örtülen asırlık örtüler açıldıkça, onun bugün bize göründüğünden çok farklı bir şahsiyet ve idareciliğe sahip olduğu daha iyi anlaşılacak, “gelenekçi” olduğu kadar “yenilikçi” yönü de, tanzimattan itibaren itibarları hızla düşen geleneksel osmanlı kurumlarını ihya ederken, yeni ve modern kurum ve uygulamalara da cesaretle girdiğini daha berrak bir şekilde görme imkanımız olacaktır. ve bu çift yönlü hareketin, yani otokrasi ve aydınlanmanın aynı anda başarılabileceğinin gayretini daha iyi anlayabileceğiz.
1890-1905 yılları, küçük balıkların büyük balıklar tarafından yutulmaları ve haritadan silinmeleri dönemidir. ingiltere, hindistan ve mısır’ı aldıktan sonra afrika’ya yönelmiş ve sırayla doğu sudan, kenya ve rodezya’yı sınırlarına dâhil etmişti. bu sırada hollanda da ümit burnu’ndan mısır’a kadarki toprakları ele geçirme isteğiyle emperyal yarışa dâhil olmuştu. fransa, bu paylaşım savaşında geri kalmamak için harekete geçmiş ve önce yıllarca korumasında yaşadığı osmanlı devleti topraklarından cezayir ve tunus’a pençelerini geçirmişti. devamında fas için almanlarla kıyasıya bir mücadeleye başlamıştı. gizli bir savaş veriliyordu. öte yandan ispanya, fas’ın kuzeyinden küçük bir toprak parçasına razı olmuş, moritanya’nın atlas okyanusu’na bakan sahillerini almıştı. portekiz ise kendisinden 20-30 kat daha büyük olan angola ve mozambik’i renklerine bağlamıştı. çin bile paylaşılmış, en büyük limanı olan şanghay, avrupa ülkeleri tarafından bölüşülmüştü. işte bu paylaşım savaşına direnen iki doğulu güçten japonya, 1905’te rusya’yı mağlup ederek herkesi şaşkına çevirmiş, osmanlı devleti ise bu süreci en az toprak kaybıyla atlatmanın mücadelesini vererek bir başka şaşkınlığa yol açmıştı emperyalistler safında.
toprak avına rötarlı çıkan almanya’nın nasibine ise güney-batı afrika ile tanganika düşmüştü. tabii avusturya-macaristan imparatorluğu’nun bir oldu bittiyle el koyduğu bosna-hersek’i veya hive ve buhara emirlikleri ile koca sibirya’yı topraklarına katmış olan rusya’yı dâhil ettiğimizde, sultan abdulhamid sayesinde gelen uzatmaların bizi hangi büyük tehlikelerden koruduğunu daha iyi anlamış oluruz.
velhasıl, abdülhamid’in tılsımlı saltanat yılları, bir bakıma yenik duruma düşen takımınızın bir gol atabilmesi için sabırsızlandığınız duraklama dakikalarına benzer. uzadıkça uzasın istersiniz o birkaç dakika; hiç bitmesin. bu arada her an bir şeylerin değişeceği umudu sürekli yanar söner içinizde. uzatmalar nelere gebedir! bilirsiniz… -
abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 9/9
sultan abdülhamid’in dublörü olduğunu biliyor muydunuz?
sultan abdulhamid han’ın süt kardeşi ismet bey, ilk defa osmanlı devrinde yayınlanmış bu fotoğrafında görüldüğü üzere, sima olarak padişaha benziyordu. bu benzerliğin asıl önemli tarafı, padişahın onu bazı zamanlar kendi yerine merasimlere göndermesiydi. bazı rivayetlere göre, sultan 2. abdulhamid han, özellikle bazı cuma selamlıklarına süt kardeşi ismet efendi’yi vazifelendirirmiş. ismet efendi, padişahın adeti üzerine selamlığa çıkar ve hiç kimse ile görüşme yapmadan arabasına biner ve saraya dönermiş.
abdülhamid, denizaltıcılığımızın babasıdır!
yıl 1885’tir. stockholm’da ilk denizaltı william garret ve thorten nordenfelt tarafından yapılır. donanma için imal edilen denizaltının denemeleri için osmanlı bahriye nezareti’ne bir mektup gönderilir. hazırlıklar ikmal olunduğu takdirde kopenhag civarında yapılacağı belirtilir. abdulhamid, bunun üzerine binbaşı halil bey’i osmanlı devleti’ni temsil etmek üzere göndermiştir. japonya’dan brezilya’ya hemen her ülkenin askeri temsilcisinin katıldığı denemelerden sonra ayrıca tecrübe edilen nordenfelt ı denizaltısı, kısa bir süre sonra yunanistan tarafından satın alınır. halil bey de, padişaha bu denizaltı gemisinin eksikleri giderilir, sürati arttırılır ve torpidoları arttırılırsa alınabileceğini söylemiştir. sultan, bu yeni silahı donanmasına katmayı kafasına koymuştur nihayetinde. yunanistan’ın aldığı denizaltı, osmanlı ticaret ve savaş gemileri için potansiyel tehlike arz etmektedir. nordenfelt ı’e karşı harekete geçen sultan abdülhamid han, daha denizaltıcılık tarihinin şafağında türk donanmasının üstünlüğünü korumak ve denizden gelebilecek tehlikeleri önlemek için nordenfelt ıı ve ııı e talip oldu. yunanlılarınkine nazaran daha büyük, daha hızlı ve daha gelişmiş olan bu denizaltıların bedeli padişahın şahsi parasından karşılandı ve 23 ocak 1886’da siparişler verildi. gönderilen parçalar tamamlandığında ve nihayet taşkızak tersanesi’nde ilk türk denizaltısı suya indirildiğinde tarihler 6 eylül 1886’yı göstermekteydi. denemeleri haliç’te yapılan bu ilk denizaltımıza “abdulhamid” ismi verilmiştir.
fakat bu ilk denizaltıdan istenilen sonuç alınamayınca, geminin mühendisi garrret apar topar istanbul’a çağırıldı ve kendisine sultan’ın nordenfelt adlı silah fabrikatörü tarafından aldatılmadığından emin olmak istediği hatırlatıldı. 4 ocak 1887’de tamamlanan ve ocak 1888’de denize indirilen “abdülmecid” adlı ikinci denizaltımızla birlikte abdülhamid denizaltısı da teste tabi tutuldu. bu tecrübeler sırasında abdülmecid denizaltısı haliç’ten çıktı, sarayburnu akıntısını geçtikten sonra izmit’e götürüldü. geminin seyir,dalma ve torpido denemeleri yapıldı. bu denemeler sırasında dünyada ilk torpido atan denizaltı ünvanı, ilk iki denizaltımızdan biri olan abdülmecid’e nasip oldu.
“abdülmecid” ve “abdülhamid”, dünya denizaltıcılığının ilk örneklerindendi. ilk olmalarının getirdiği bazı eksiklikleri olsa da o devirde, denizaltıcılığın şafağında, osmanlı donanmasında bulunmaları bile çok şey ifade ediyor.
sonuç olarak, şanıyla şerefiyle, hatasıyla sevabıyla 32 yıl 7 ay 27 gün saltanat süren bir padişahtı sultan 2. abdülhamid. vatanını, milletini hep çok sevmiş ve değerlerinin her zaman arkasında durmuştu. tam bir osmanoğluydu. allah rahmet eylesin. -
@khan eline sağlık hocam harika olmuş kaynakça varsa harika olur, kaynakları da ayrıca okumak isterim
Bu konuda 2 sayfada toplam 17 adet üst yorum vardır.