luzinmayrilicin
Dinler ve devletler olmasaydı gezegenimiz daha güzel bir yer olabilirdi...
En Beğenilen Yazar Sırası
:
15
Toplam Başlık Sayısı
:
9
Toplam Puanı
:
87
Toplam Giri Sayısı
:
21
Bu Ayki Puanı
:
-11
En Aktif Yazar Sırası
:
16

luzinmayrilicin Sözlük Seceresi

  • haarp'ın gücü

    Kıyamet Silahı olarak da bilinen HAARP, Yüksek Frekanslı Etkin Güneşsel Araştırma Programı demektir. Bu program ABD Silahlı Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Alaska Üniversitesi tarafından ortak yürütülür ve iyonosferin özelliklerini ve davranışlarını araştırmak üzere kurulmuştur. Araştırma merkezi Alaska’dır. HAARP fikri, ilk kez Sırp asıllı ABD'li bilim adamı ( bkz: Nikola Tesla ) tarafından ortaya atılmıştır.

    HAARP'ın yapabileceklerini kısaca şöyle sıralayabiliriz;

    1- İklimleri değiştirmek
    2- Suni Deprem yaratabilmek
    3- İnsan bilincini kontrol edebilmek
    4- Sel ve kuraklık oluşturabilme

    Komplo teorilerine göre HAARP, gölcük depreminin de sorumlusu olabilir. İşte Gölcük Depreminde yaşanılan tesadüfler
    *Deprem günü Gölcük'de basit bir devir teslim töreninde ABD'li ve Israil'li üst düzey komutanların oluşu,
    *Deniz üssünde hiç bir Türk subaya giriş izni verilmeyen bir ABD deniz altısının oluşu,
    *Olay daha dünya basınına yansımamışken İsrail'lilerin yardım çalışmalarına başlamış olması,
    *Depremden önce denizde büyük bir ateş topu ortaya çıkması,
    *Gökyüzü renginin değişmesi,
    *Depremin beklenenden uzun sürmesi,
    *Telefonların çalışmaması.
    Kaynak: http://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/haarp-157
    0 2
  • izlenmesi gereken en iyi filmler

    1. star wars serisi
    2. la vita e bella
    3. v for vendetta
    4. requiem for a dream
    5. fight club
    0 1
  • Tarihin en büyük yalanı

    Alabileceğim tepkilere rağmen yazmadan edemeyeceğim. Dinler!
    3 1
  • 2. abdulhamid

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 2/9

    ilk kanun-i esasi (yani anayasa) hazırlanırken endişeliydi. bu endişesini başkâtip tahsin paşa’ya açtı:
    “bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin menfaatidir. eğer bu menfaat kanun-i esasi’nin ilanında ise o da yapılıyor; fakat uygulanır mı? türk’ün menfaati korunur mu? burasını kestiremiyorum!”
    bu endişesinde ne kadar haklı olduğunu meşrutiyet meclisinden çıkan neticeler açıkça gösteriyor.
    mithat paşa bir anayasa taslağı hazırlamıştı. hukuk bilgisinden yoksun olan mithat paşa’nın hazırladığı anayasaya göre, meşrutiyet meclisi 120 üyeden meydana gelecek, üyelerin üçte biri hükümet tarafından –sadrazam olduğuna göre bizzat kendisi tarafından- tayin edilecekti. tayinle gelen meclise “milli meclis” demek elbette mümkün değildi ve böyle tuhaflıklar ancak mithat paşa gibi birisine yakışırdı. bakanlarla yüksek memurlar da milletvekili sayılacaktı. türkçe’nin yanı sıra müslüman olmayan milletlerin konuştuğu diller de resmi dil sayılacaktı.
    sultan abdulhamid bu maddeye şiddetle karşı çıkmış, resmi dil olarak türkçe’nin dışında hiçbir dilin kabul edilemeyeceğini söylemiştir.
    meşrutiyet ilanının arifesinde sınırlardan kötü haberler geliyordu. sırbistan ile karadağ isyan halinde bulunuyorlardı. bosna-hersek’teki ayaklanma da sürüyordu. osmanlı ordusu isyanları bastırmak için belgrad’a girmek üzereyken rusya harekete geçmiş, şiddetli bir nota vermişti. rusya ile savaşmak istemeyen padişah, sırplar ve karadağlı isyancılarla iki senelik bir anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı.
    yine de durum giderek gerginleşiyordu. ruslar sık sık iç işlerimize karışmaya başlamışlardı. 1876 yılının son günlerinde istanbul haliç’teki tersanede meşhur “tersane konferansı” toplandı. dışişleri bakanı safvet paşa’nın başkanlığında yapılan konferansa osmanlı’dan başka ingiltere, almanya, fransa, rusya, avusturya, macaristan ve italya delegeleri ile istanbul’daki büyükelçileri katıldı.
    toplantı 29 gün sürdü. ama rus delegelerinin istekleri bitmiyordu… mithat paşa ve yandaşlarının kafasında “rusya ile savaşıp ‘kahraman’ olarak tarihe geçmek” yatıyordu. konferans sırasında ve konferans sonrasında savaş çığlıkları atıyorlardı. osmanlı-rus savaşı çıktığı takdirde, ingiltere’nin osmanlı devleti’ni destekleyeceğini sanıyorlardı. oysa istanbul’daki konferansa katılan ingiltere delegesi salisbury, ingiltere’nin türkiye’yi desteklemesinin mümkün olmadığını söylüyordu.
    bunu gören padişah, konferansın son günlerinde bakanları saraya davet ederek huzurunda tartışmalarını söyledi. mithat paşa ve taraftarları mutlaka savaş istiyorlar ve ısrar ediyorlardı. mithat paşa sadrazamdı. sultan abdulhamid, askerin durumunu, hazineyi ve mühimmatların vaziyetini öğrenmek istedi. bu soruya birbirini tutmayan cevaplar geldi. bunun üzerine padişah durumu kendi aralarında görüşmelerini ve kesin bir rapor düzenleyip kendisine getirilmesini istedi. bakanlar bir odaya çekilip uzun uzun görüştüler. ve abdulhamid’e sadece laftan ibaret bir rapor sundular.
    “böyle durumlarda savaşmak için askerin kuvvetine bakılmaz, bunda güç ve kuvvet aranmaz. biz anadolu’ya 400 atlıyla geldik. yine 400 kişi kalıncaya kadar savaşmak lazımdır.”
    padişah bunları okumuş ve “vay gidi ahmaklık vay! rumeli’nin bütün bütün elden gitmesine sebep olacaklar!” demişti.
    cevdet paşa bu savaşı anlatırken, haklı olarak şu benzetmeyi yapar:
    “mithat paşa tüfeği doldurdu. damat mahmut paşa üst tetiği çıkardı, redif paşa ateş etti! bu üç kişi devletin başını bu felakete uğrattı…”
    nihayetinde hazırlatılan bir anayasa ile ilk kanun-i esasi ilan edildi. böylece osmanlı devleti’nin idare şekli mutlakıyet iken meşrutiyet oldu.
    öte yandan padişahın temsil ettiği “barış” fikri ile mithat paşa gibilerinin sözcülüğünü yaptığı “savaş” fikri sürekli çatışıyordu. meclis’ten toplanıp karar vermesi beklendi. paşaların yaptığı hararetli konuşmalardan etkilenen meclis, tersane konferansı’nın tekliflerini reddetti. delegeler dağıldı.
    meclis açıldığı zaman günlerce şenlikler yapılmıştı. bu durumda 56’sı müslüman, 40’ı gayrimüslim olmak üzere toplam 96 milletvekilinden meydana gelen bu parlamento, demokrasinin öncülüğünü yaptıkları iddiasıyla ortaya çıkan avrupalıları bile çoğulcu görüntüsüyle şaşırtmıştır. çünkü o tarihte azınlıkların ve yönettikleri diğer milletlerin bu denli ağırlıkla temsil edildiği başka bir meclis bulabilmek mümkün değildi. ama daha ilk toplantıda gruplaşmalar başlamıştı. mecliste türkçe bilmeyen milletvekilleri vardı. yarardan çok zararı olduğu belli oluyordu. problemleri çözmek için gelmişlerdi, ama kısa süre sonra kendileri problem olmaya başlamışlardı. bu kargaşada osmanlı-rus savaşı, diğer adıyla 93 harbi patlak verdi.
    bu savaş, o dönem için “dünyanın üç büyük savaşından biri” sayılır. (diğer ikisi 1870’de almanya ile fransa, 1904’te japonya ile rusya arasında olmuştur.)
    savaşa giren iki imparatorluğun kuvvetleri de hemen hemen birbirine denkti. sadece rusların tuna üzerine ilk anlarda yığdıkları kuvvetler, osmanlılardan üstündü. savaş anadolu ve rumeli cephelerinde başlamıştı. çığ gibi büyüyordu…
    iki ay sonra rus orduları tuna’yı geçmeyi başardılar. burada başarısız olan abdulkerim nadir paşa, ihmalleri yüzünden harp divanına sevk edildi. ruslar ilerleyişine devam etti. rus ordusu, general gurko’nun komutasında şıpka geçidi’ni işgal ederek osmanlı birliklerinin arasındaki yolu kesmiş oldu.
    ilk büyük zafer plevne’de kazanılmıştır. gazi osman paşa’nın bir haftada bütün ağırlıklarıyla şehre ulaşıp tertibat alması, dünya tarihinde ender rastlanan bir durumdur. ruslar, plevne önlerine geldiği zaman osman paşa’yı karşısında bulmuştur. yorgun osmanlı askerine baskın yapmış, fakat yaklaşık 2 bin 800 ölü ve büyük miktarda yaralı bırakarak çekilmek zorunda kalmıştır. 10 gün sonra ruslar 50 bin asker ve 184 topla plevne’ye saldırdı. osman paşa’nın ise 58 topu ve 23 bin askeri vardı. ruslar ağır kayıp vererek geri çekildi. dünya’nın tanınmış savaş muhabirleri bu muhteşem askeri ve komutanını tanımak için plevne’ye geliyorlardı… ve dünyanın gözü önünde rus orduları üçüncü defa saldırıya geçiyorlardı… bu sefer rus çarı ve romanya prensi de katılmış, 432 topla plevne’yi dövmeye başlamışlardı. 11 eylül 1877 günü rus-romen orduları büyük taarruzu başlattılar. osman paşa 23 bin askerle düşmanı göğüsledi. savaş tam 12 saat sürdü. çok kanlı geçti ve osman paşa’nın kesin zaferiyle sonuçlandı.
    rus çarı, osmanlı direnişini kırmak için 25 bin asker daha getirmişti. kaledeki müdafiler “ölürüz de plevne’yi moskof’a vermeyiz!” diyerek direniyorlardı. plevne iki ay daha direndi. fakat açlık baş göstermişti. bu durumda toplanan savaş meclisi, kuşatmayı yarmak için huruç harekatına karar verdi.
    ne yazık ki, en önde giden osman paşa, yara alınca askerin maneviyatı sarsılmış ve bozgun baş göstermişti. gazi osman paşa, içi kan ağlayarak teslim oldu.
    rus çarı kendisine esir değil, misafir muamelesi gösterdi. kahramanca savunma yapan düşmanın üstünlüğünü kabul ediyor, ona saygı duyuyordu.
    bu savaşta türk ordusu, iyi idare edildiği takdirde neler yapabileceğini dünyaya bir kere daha ispat etmiş, bir kere daha parmak ısırttırmıştır.
    plevne düşmüş, rusların 150 bin kişilik muazzam ordusunun önünde bir engel kalmamıştı. ruslar meriç’i geçip, edirne’yi işgal ettiler. devamında yeşilköy’e dayandılar.
    kafkas cephesinde de işler iyi gitmiyordu. ruslar kars’a girmiş, ancak kars ile erzurum arasında durdurulabilmişti. bu durumda barış yapmaktan başka çare kalmamıştı.
    nihayet ayastefanos anlaşması imzalandı. (3 mart 1878).
    0 1
  • 2. abdulhamid

    sizlere 2. abdulhamid han ile ilgili derlediğim bir yazıyı aktaracağım.
    edit: ii kullanmak yerine 2 ve nokta yazınca linke çeviriyor, nasıl düzeltebileceğimi bilen var mı? teşekkürler

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 1/9

    sultan abdulhamid han, osmanlı padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; osmanlı devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında çokça eser bulunan bir devlet adamıdır.
    2. abdulhamid, şehzadeliğinde oldukça iyi bir eğitim almıştır. devrin en iyi hocalarından hat, arapça, farsça, osmanlı edebiyatı ve tarih derslerinin yanında musiki dersleri de almıştır.
    abdulhamid, başta marangozluk olmak üzere nişancılık ve binicilikte yetenekliydi. ayrıca tiyatroya da ilgisi vardı.
    babasının tabiriyle kuşkulu ve sükuti oğul olan abdulhamid, kurulduğu yıl yeni osmanlılar cemiyetine girmiş fakat gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır. hayat tarzı olarak sultan abdulaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir müslüman türk ve tam bir osmanlı olan abdulhamid, takva ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyullah olarak bilinmiştir. dedesi 2. mahmud’a ve reşid paşa’ya hayran olduğu ifade edilen 2. abdulhamid, babası 1. abdulmecid ile ağabeyi murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 ağustos 1876’da, akıl hastası olan 5. murad’ın yerine, osmanlı tahtına oturan 2. abdulhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 nisan 1909 yılına kadar osmanlı tahtında oturmayı başarmıştır.
    tarihçiler, 2. abdulhamid’in saltanat yıllarını ikiye ayırmış ve olayları bu çerçevede değerlendirmişlerdir.
    birinci devre, tahta geçişinden 13 şubat 1878’e yani 1. meşrutiyet’in ilanına kadar olan 1 yıl 5 aylık bir süredir ki, bu dönem padişahın şahsi idaresiyle ilgisizdir. çünkü idareye meclis hâkimdir. padişah ikinci plandadır. ancak meşrutiyet yürürlükten kaldırılıp meclis tatil edildikten sonra şahsi hâkimiyetini kurabilmiş, dizginleri eline alabilmiştir. sultan abdulhamid bu dönemden sorumludur. bu dönem, 2. meşrutiyet’in ilanına kadar 30 yıl 5 ay sürmüştür. 2. meşrutiyetten sonraki 9 aylık dönemin sorumlusu yine meclistir.
    sultan 2. abdulhamid, başlangıçta demokratik fikirleri olan genç bir padişahtı. bunu tahta geçer geçmez, başta seraskerlik olmak üzere bazı kuruluşları ziyaret etmekle, görevlilerle birlikte yemek yiyip sohbet etmekle göstermiştir. o zamana kadar padişahlar pek kimsenin ziyaretine gitmez, sadece ziyaretçi kabul ederlerdi. yeni padişah ise, subaylarla asker karavanasından yemek yiyor, bakanlar ve şehzadelerle vapur gezilerine katılıyor, camilerde halkın arasında omuz omuza namaz kılıyordu. bu hareketleri osmanlı tarihinin son yıllarında görülmemiş hareketlerdi ve o zamanın şartlarında avrupa krallarında bile rastlanmazdı. halk yeni padişahı çok sevmiş, çok benimsemişti. onu “osmanlı devleti’nin son ümidi” olarak görüyorlardı.
    kendisi de bunun farkında olduğu için sürekli çalışıyordu. çok zeki olduğu, hayret verecek derecede bir hafızaya sahip olduğu, düşmanları tarafından bile kabul edilir. savaş sırasında gecelerini saray telgrafhanesinden haber bekleyerek geçirir, geceler boyu uykusuz bile olsa, bir haber geldiğinde mutlaka uyandırılmasını tembih ederdi.
    abdulhamid, kan dökmekten hiç hoşlanmazdı. sultan abdulaziz’i durup dururken katledenler idama mahkûm edilmişken, sadece sürmekle yetindi. kendisine suikast düzenleyen ermenilerin tuttuğu belçikalı terörist jorris’i bile affetmiş, avrupa’ya hususi ajan olarak göndermişti. gelen idam kararlarının tamamına yakınını sürgüne ya da kürek cezasına çeviren merhametli bir hükümdardır. hatta bir keresinde adliye nazırı abdurrahman paşa saraya gelerek istifasını sunmuş ve istifa sebebini soran padişah’a “bizim adaletimize güvenmiyor musunuz da getirdiğimiz idam dosyalarını müebbet hapse çeviriyorsunuz?” diye çıkışmıştı. en güvendiği bakanlardan birisinin bu eleştirisiyle karşılaşan abdulhamid, ona, hâkimlerin de insan olmak suretiyle hatalar yapabileceklerini ve bu yüzden sonradan pişman olabilecekleri kararlardan dolayı vicdan azabı çekmek istemediklerini söyleyerek durumu açıklamış ve sonunda paşa’yı istifadan vazgeçirmişti.
    sultan abdulhamid, “bir meclisin kurulması, problemlerin burada görüşülmesi gerektiği”ne öteden beri inanırdı. yalnız onu düşündüren önemli bir konu vardı. osmanlı devleti’nin genel nüfusu içinde türkler azınlıkta kalıyordu. oysa devletin kurucusu ve sahibi türklerdi. sayıları daha az olduğundan, mecliste de az sayıda kalacaklar, böylece, asırlardır islam adına devlete sahip çıkan bir milletin sağladığı istikrar tehlikeye düşecekti. bu da devletin selameti açısından mahzurluydu.
    0 2
  • 2. abdulhamid

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 4/9

    padişaha ermeni suikasti

    ermeni patırtılarına osmanlı padişahı’nın pabuç bırakmaması, aldığı isabetli tedbirler ve yürüttüğü akılcı dış politika sayesinde ermeni emellerine set çekmesi, ermenileri çileden çıkarmıştı. son çare olarak “padişahın ortadan kaldırılması”na çalıştılar. ermeniler için başka çare kalmamıştı. çünkü zaman geçtikçe sultan abdulhamid’in siyaseti ağır basıyor, ermeni propagandasına kapılmış bazı aydınlar gerçekleri görmeye başlıyordu. bu sebeple ermeni çeteciler sultan abdulhamidi öldürmeye karar verdiler.
    bundan 106 yıl önce, beşiktaş’ta yıldız veya o zamanki adıyla hamidiye camii’nin avlusunda bir bomba patlamıştı. sultan 2. abdulhamid bu suikastten kıl payı kurtulmuş ama 120 kilo ağırlığındaki bomba 3’ü asker olmak üzere 26 kişinin ölümüne, 58 kişinin de yaralanmasına sebep olmuştu.
    günlerden 21 temmuz 1905’tir. 2. abdulhamid’in cuma selamlığındayız. cuma namazı bitmiş, özellikle ecnebi meraklılar tarafından büyük bir heyecanla beklenen an gelmiştir. sultan abdulhamid caminin çıkış kapısına doğru ilerlerken bazı vekil ve vezirleriyle konuşmuş, onlara iltifatlarda bulunmuştur. tam kapıdan çıkacakken bu defa da sevgili şeyhülislamı cemaleddin efendi’yle ayaküstü bir meseleyi konuşacağı tutmuştur. dışarıda kendisini hangi korkunç sürprizin beklediğinin tabii ki farkında değildir o sırada.
    bizzat suikastçılar yıldız camii’nin avlusunda padişah’ın dışarı çıkmasını beklemektedirler. gecikme, onları iyice meraklandırmıştır. çünkü cuma selamlıklarına defalarca gidip gelmişler ve padişah’ın caminin dış kapısına 1 dakika 42 saniyede ulaştığına varıncaya kadar her şeyi inceden inceye hesaplamışlardır. ne var ki, sultan abdulhamid’in tam kapıdan çıkarken cemaleddin efendi ile yaptığı o ayaküstü sohbet, bütün planlarını alt üst edecektir.
    29 yaşındaki belçikalı sosyalist edward jorris, fransa’daki eylemleri sırasında ermeni tedhişçileriyle tanışmış ve onların daveti üzerine istanbul’a gelerek hazırlıklara başlamışlardır. ardından viyana’da özel bir araba imal ettirip patlayıcıyı oturma yerinin altına yerleştirebilecekleri özel bir bölme yaptırmışlardır.
    bu arabayı yıldız camii’nin avlusuna sokmayı başaran suikastçılar, saatli bombayı padişah kapıda görünür görünmez harekete geçirmiş ama o “bir anlık gecikmeyi” hesaplayamamışlardır.
    ardından, müthiş bir infilak sesi ile sarsılır istanbul.
    necip fazıl’ın deyişiyle, “gündüzü geceye çeviren bir duman, baruttan yayılan ölüm kokusu ve parçalanmış bir sürü at, insan ve araba… ardından boğuşma halinde bir kaçışma…” olarak söyleyebileceğimiz bir manzara…
    peki bu korkunç vaziyet karşısında adı “korkak” a çıkartılan sultan abdulhamid nasıl davranmıştır dersiniz? tam bir osmanoğlu’na yaraşır şekilde. olayı soğukkanlılığını asla yitirmeden sükûnetle izlemiş, telaşa ve paniğe kapılmış olan yetkilileri “korkmayın!” diye yatıştırıp gerekli talimatları verdikten sonra sert ve vakur adımlarla saltanat arabasına yönelmiş ve patlamadan ürkmüş olan atların dizginini eline alarak dörtnala yıldız sarayı’nın yolunu tutmuştur. onun bu metanetine yerli ve yabancı seyirciler, bu arada amerikalı bahriye generali bagnam paşa da hayran kalmış ve misafirler arasından “yaşa sultan!” sesleri yükselmiştir.
    suikasti çok planlı olarak hazırlayanların hesabı şuydu: suikast başarılı olsaydı, arkasından beyoğlu’nda patlamalar birbirini takip edecek, kargaşalık çıkartılacak, bunu dış güçlerin müdahalesi izleyecek ve doğu’da bağımsız bir ermeni devleti kurulmasının ilk adımları böylece atılmış olacaktı. ama o birkaç dakikalık gecikme büyük planlarını suya düşürmüş oldu.
    burada şunu da söylemek isterim, “vatanperver” (!) bir şairimiz olan tevfik fikret, suikastin hedefine ulaşamayışına fena halde üzülmüş, bunu “bir anlık gecikme” adlı şiirinde göstermiştir:
    (bu arada dam, tuzak demektir.)
    “ey şanlı avcı, damını beyhude kurmadın;
    attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!...
    kanlarla bir cinayete benzeyen bu iş
    bir hayır olurdu, misli asırlarca geçmemiş.”
    işte aynı tevfik fikret’in 1891’de bir şiir yarışmasında abdülhamid’e övgüler dizen şiiri birinciliği kazanmıştır.
    0 1
  • 2. abdulhamid

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 5/9

    ingilizler ve abdülhamid
    zamanın en büyük devleti olan ve “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” diye anılan ingiltere, birçok islam ülkesini hâkimiyeti altında bulunduruyordu. buralarda hâkimiyetini sürdürebilmek için sultan abdulhamid’i gözden düşürmesi gerekliydi. çünkü müslümanlar, “halife” sıfatı taşıyan ve bunun hakkını veren sultan abdulhamid’i çok seviyorlardı. sultan abdulhamid’in resimleri hindistan’ın uzak köylerindeki kulübelere bile girmişti. çin, afrika ve orta asya’da ki camilerde bütün cuma hutbeleri sultan abdülhamid adına okunuyor, her namazın sonunda müslümanların halifesine dua ediliyordu. ayrıca abdulhamid, birçok islam ülkesine din adamları göndermiş, osmanlı devleti lehine propaganda yaptırıyordu.
    ingiltere, padişahın tesirini zayıflatmak için çalışıyordu. çünkü hâkimiyeti altında bulunan ülkenin insanları, istanbul’a bağlı kalırlarsa zaman içinde ayaklanabilirlerdi. bu bakımdan, ingiltere’nin emperyalist/sömürgeci siyaseti, sultan’ın “islam dünyasını birleştirme” siyasetiyle çatışıyordu.
    en büyük çatışma alanı da arap yarım adası’ydı. ingiltere, arap yarımadası’nda kök tutturmak için elinden geleni yapıyordu. bu emeline 1. dünya savaşı’ndan sonra kavuşacak ve meşhur casusu lawrence sayesinde müslüman arapları osmanlıların karşısına çıkarmayı ve arap yarımadası’nı osmanlı devleti’nden koparmayı başaracaktı.
    bunun başlangıcı olarak mısır ve suriye’yi işgal etmişti.(1882)
    türk-yunan savaşı (1897) tesalya’nın yunanistan’a bırakılması ve türkiye’nin yunanistan’dan 4 milyon 100 bin altın alınması, ingiltere/rusya/fransa/italya’nın tehditleri sonucu girit’in bütünüyle yunanistan’a terki ile sonuçlandı. oysa 1897 savaşı’nı çıkaran yunanistan’dı ve osmanlı devleti büyük zaferler kazanmış, osmanlı ordusu atina kapılarına dayanmıştı. ama son sözü yine “düvel-i muazzama” yani avrupalı büyük devletler söylemişti. ve bu söz, osmanlı devleti’nin bölünüp yok olmasına doğru atılan bir adım sayılırdı. müslüman osmanlı’ya karşı haksız olmasına rağmen yunanistan’ı tutmuşlardı.
    sultan abdulhamid, avrupalı devletlerden osmanlı’ya köklü ve kalıcı bir menfaat gelmeyeceğini biliyordu. onlar daima verdiklerinden fazlasını alıyorlardı. bu bakımdan padişah, islam siyasetine ağırlık vermişti. afrika’nın ortasında bir sultanlık olan zengibar’a değin uzanmıştı abdülhamid’in elleri.
    fakat hâkimiyeti altında bulunan her yere ulaşmak mümkün olmuyordu. bu düşünceyle, istanbul’u şam’a bağlayacak bir demiryolu yaptırmaya karar vermişti. islam dünyasının yardım ve gayretleriyle bu proje gerçekleşti. demiryolu hattı medine’ye ulaştı. bu hat hem hacılar için büyük kolaylık getirecek, hem de asker sevk etmek gerektiğinde işi kolaylaştıracaktı. ve osmanlıların islam dünyasındaki prestijini arttıracaktı.
    padişah bununla da yetinmedi, bağdat’a da bir tren yolu yaptırmaya karar verdi. yabancı şirketler bu konuda kapıştı, ingilizler de işi almak istiyordu. fakat padişah, almanları tercih etti. ingilizlerin abdülhamid’e karşı duyduğu kin bir kat daha arttı. yurdu “demir ağlarla örme” projesi gerçekleşmektedir.
    bu projenin, önemli olan bir noktası daha vardır. abdulhamid’in enerji politikalarıyla yakından ilgisi.
    hicaz demiryolu’nun gerçek yapılma sebebi, yavuz sultan selim’in, osmanlı fetihlerinin yönünü doğuya çevirmesindeki sırla alakalıydı. nasıl yavuz; iran, suriye ve mısır fetihleriyle portekiz’in hint okyanusu’ndaki etkinliğine karadan giderek bir cevap vermişse, torunu olan http://2.abdulhamid de hindistan ve mısır’ı kontrol altına alan ingiliz emperyalizmine yine karadan bir yol bularak karşılık veriyor, kurtların iştahlarını kabartan enerji havzalarına erkenden sahip çıkıyordu.
    bunu, bağdat ve hicaz demiryollarının geçtiği noktalar ile petrol çıkan bölgeleri gösteren haritaya baktığınızda daha net olarak görebilirsiniz. ne tuhaf, değil mi? tren hatları, petrol çıkan bölgelerden geçirilmiştir. ama ince bir hesap daha yapılmaktadır: almanlar demiryolunun iki yanında 30 km. lik bir alanda her türlü maden, tabiat zenginliği ne varsa imtiyaz dâhil olsun istiyorlardı. bunun karşısında abdülhamid ne yaptı? petrol güzergâhında paul groskopf adlı mühendise tespit ettirdiği petrol ve madenlerin bulunduğu arazileri hazine-i hassa üzerine tapu ettirdi. böylece özel mülk haline gelen bu arazi almanların denetimine geçmeyecektir.
    0 1
  • 2. abdulhamid

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 6/9

    abülhamid ve siyonizm
    islam’da “ırk”, belirleyici bir ölçüt değildir. böylelikle yahudiler müslüman toplumlarda batı’daki gibi bir dışlanmaya, aşağılanmaya ve ayrımcı muameleye maruz kalmadılar. emeviler döneminde de, abbasiler döneminde de, selçuklular ve osmanlı döneminde de bu temel yaklaşımın sürdüğünü görürüz. elbette tuleytula’da 1066 yılında patlak veren ve “sebepleri görünenden daha karmaşık olan” yahudi aleyhtarlığı ve 16. yüzyıl sonlarında topkapı sarayı’nda vuku bulan esther kira olayında görüldüğü gibi, iktidarın gücüne rakip ve potansiyel bir tehlike haline geldiklerinde cezalandırıldıkları istisnalar vardır. ancak normal şartlar altında avrupa ülkelerinde gördüğümüz türden, sırf yahudi oldukları için dışlanan, aşağılanan vücutları dünya üzerinden “iyilik olsun diye” temizlenen bir kavim statüsünde olmadıkları açıktır.
    avrupa ülkelerinin kapı dışarı ettikleri yahudiler, öteden beri soluğu osmanlı devleti’nin herkese ve her inanca açık kapısında alıyorlardı. nitekim 1376’da macaristan sınır dışı etmişti yahudileri; onlar da osmanlı’ya başvurmuş ve başkent edirne’ye yerleştirilmişlerdi. 1394 yılından sonra bu defa da fransa’dan kapı dışarı edilenlerin tek adresi yine edirne olmuştur.
    bu bakımdan islamiyet, mısır’dan çıkışlarından sonra yahudi milletine yeryüzünde belki de en huzurlu yaşayacakları medeni ortamı sunmuş bulunuyordu. avrupa’da ise yahudiler, endülüs’teki islam hâkimiyeti dönemi hariç, rahat yüzü görmüş değillerdi. dolayısıyla siyonizm, islam dünyasının değil, avrupa yahudilerinin ve doğrudan doğruya avrupa’nın bir iç problemi olarak ortaya çıkmıştır.
    zamanla anti-semitizim cereyanıyla birlikte avrupa’da yahudi düşmanlığının da katmerlendiği görülür. mahallelerine tecavüz edilir, rusya ve ukrayna’da olduğu köyleri yakılır(pogrom), kendileri ve çocukları kim vurduya gider. avrupa’da 19. yüzyılın sonlarına kadar bu tür tacizlerde “yahudi sorunu” etkili olur. böylece avrupa yahudileri içerisinde bir bilinçlenme, güçlerini birleştirme ve modern bir kimlik oluşturma çabası filizlenir.
    1897 yılında isviçre’nin basel şehrinde, dünya siyonist kongresi, bir yıl önce “yahudilerin devleri” adlı bir kitap yazmış olan theodor herzl başkanlığında toplanır. bu yıllarda filistin, bir osmanlı toprağı olan suriye’nin vilayeti konumunda olup burada 20 bin civarında sefarad yahudisi, yani ispanya’dan göç etmiş yahudi cemaati yaşamaktadır. avrupa ülkelerinde artan baskılar, siyonistlerin yahudilere yeni bir yurt bulma çabalarını acil hale getirir. öncelikle kimsenin kendilerine yurt vermeyeceklerini düşündükleri için yahudi zenginler bir araya gelerek bir ülkeden toprak satın almak için harekete geçerler. tabiatıyla öncelikli vatan adayı, “arz-ı mev’ud”, yani vaad edilmiş topraklar adını verdikleri filistin’dir.
    bir ara herzl, kıbrıs adasını yahudilere yurt yapmayı düşünür. siyonist kongresi’nde, o sıranın fransa’nın sömürgesi olan uganda’nın da adaylar arasında adının geçtiğini yazar kaynaklar. uganda toprak satışı taleplerini onaylamasına rağmen, siyonistler fikir değiştirip gözlerini yeniden filistin’e dikerler. filistin söz konusu olunca da, tabiatıyla “hasta adam” bile olsa, en güçlü islam devletinin başındaki osmanlı yönetimini ve sultan abdulhamid’i bulacaklardır karşılarında.
    siyonizmin ve aslında israil devleti’nin kurucusu ve teorisyeni theodor herzl, istanbul’a 1896-1902 yılları arasında yaptığı 5 ziyaretten yalnızca birisinde padişah’la görüşebilmiştir. bütün gücüyle sultan’ı yahudiler’in filistin’e iskanına ikna etmeye çalışan herzl’in çabaları her seferinde akim kalmış ve sonunda abdulhamid tahtta kaldığı sürece filistin’de bir israil devletinin kurulamayacağını anlamıştır. theodor herzl, ilk girişimini danışmanları aracılığıyla yapar. teklifi şudur:
    herzl, osmanlı devletine nakit 5 milyon altınlık bir meblağ teklif etmiştir. o vakitler osmanlı hazinesinin içinde bulunduğu sıkıntılı vaziyeti düşünürsek, toplam 20 milyon sterlini bulacak bu cömert teklif, gerçekten de ciddi ve su kadar ihtiyaç duyulan bir meblağdır.
    tam da devletin sıkıntılı bir dönemde böyle bir teklif gelmesine rağmen, herzl’in teklifi sultan abdulhamid tarafından gösterilebilecek en sert tepkiyle reddedilir. cevabın tonu, gerçekten de serttir:
    “bay herzl’e; ona söyle: bu meselede ikinci bir adım daha atmasın. ben bir karış dahi olsa toprak satmam. zira bu vatan bana değil milletime emanettir. milletim bu toprağı kanlarıyla verimli kılmışlardır. benim suriye ve filistin alaylarımın efradı birer birer plevne’de şehit düşmüşlerdi. bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. türk imparatorluğu bana ait değildir, türk milletinindir. ben onun hiçbir parçasını veremem. bırakalım museviler milyonlarını saklasınlar. benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”
    0 1
  • 2. abdulhamid

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 7/9

    ikinci meşrutiyet

    1. meşrutiyet’in tatil edildiği vakit manzara gerçekten vahimdi. osmanlı topraklarının neredeyse üçte biri elden çıkmıştı. yüklü bir tazminat borcu maliyeyi kıskıvrak bağlamış bulunuyordu. hele en verimli toprakları ve üretken halkıyla rumeli topraklarının büyük kısmının kaybedilmiş olması, sonuçları bakımından hem 2. abdulhamid’in “ittihad-i islam” siyasetine yönelmesinde belirleyici olmuş, hem de devletin demografik ve ekonomik yapısında sarsıcı değişimler doğurmuştu.
    1908’deki toplum, eğitim seviyesi bakımından 1878’dekinden daha geride değil, kesinlikle daha ilerideydi. iletişim ve ulaşım bakımından da öyle…
    öte yandan tabii ki 30 yıl az buz bir zaman dilimi değildi. zaten toplumu kendi haline bırakırsanız, o da bu süre zarfında belli bir mesafe alacaktı ister istemez. doğru. ancak bu sürede yapılanları, hele merkezinde müslümanların yer alacağı bir “osmanlı milleti” vücuda getirme amacına yönelik olarak eğitimden teknolojik altyapıya, ordunun yeniden organize edilmesinden sosyal yatırımlara ve yardım kuruluşlarına kadar, en önemlisi de ideolojik bir çerçeve ve “teritoryal” bir vatan anlayışına kadar pek çok alanda atılan devasa adımları inkâr etmek mümkün değildir. bunlar, yalnız ittihat ve terakki’ye değil, sonradan türkiye cumhuriyeti’ne de miras kalacak büyük bir mirasın parçalarıydı.
    düşünün ki, 1877’de açılan ilk mecliste müslüman ve gayrimüslim milletvekillerinin eğitim, kültür ve bilinç düzeyleri arasındaki ilkinin aleyhine oluşmuş bulunan bu ciddi fark, 1908 meclisinde büyük ölçüde kapanmış bulunmaktadır. artık vatan denilince anlaşılan, herkesin ucundan çektiği bir “kartaca derisi” değildi; birlikte olmanın daha fazla yarar sağlayacağına dair belli bir bilinç –yetersiz de olsa- oluşmuş bulunuyordu.
    ve sonrası…
    anayasal (meşruti) monarşinin henüz ilk yılı dolmadan tepeden inme bir askeri müdahaleyle karşılaşıldı. rumi takvimle 31 mart 1325’te, miladi takvimle 13 nisan 1909’da ayaklanma başladı, ardından da hareket ordusu, gönüllü taburlarla birlikte selanik’ten gelip yönetime el koydu. istese düzensiz bir birlik olan hareket ordusunu anında yok edebilecek olan fakat kardeş kanı akmasın diye saldırı emrini vermeyen sultan’ı, bir yıl önce tahttan indirmeyi başaramadıkları ve bu yüzden de kendileri için sürekli bir rahatsızlık kaynağı olan sultan 2. abdulhamid’i bu defa alaşağı etmeyi başardılar.
    artık önlerindeki en ağır engel de kalkmıştı. kim tutabilirdi ki ittihat ve terakki’nin yüce şeflerini?
    bu da yetmedi, ülkeyi kurtaracakları, beyaz sayfa açarak talihini değiştirecekleri, devleti yeniden fethedecekleri iddialarıyla dağa çıkanlar, sadece 3,5 yıl sonra hürriyet ayaklanmasını bağrında yeşerttikleri balkan topraklarını dahi korumayı beceremediler. iç çatışma, orduya siyasetin bulaşması, hizipçilik, acemilik vb. etkenlerle osmanlı’nın ilk başkentlerinden edirne, bulgar çizmeleriyle çiğnendi.

    soruların ağında abdülhamid

    sultan abdulhamid, baskıcı mıydı?
    tanzimat’ın ilk dönemi hariç, 1946’ya kadarki türk siyasi hayatının neredeyse tamamı, genellikle liderler (sultan abdulhamid, enver paşa, atatürk, ismet inönü), yani “tek adamlar” üzerinden gitmiştir (aynı şekilde almanya’da prens bismark, imparator 2. wilhelm gibi). o dönem avrupa’sının siyasi yapısı demokrasi değil, monarşiler ve tek adam yönetimleri ve onlara muhalefetle seyreder. yani abdülhamid’in tek adam yönetimi yalnız değildir kendi çağında; brezilya’dan rusya’ya ve belçika’dan japonya’ya kadar uzanan bir coğrafyada pek çok meslektaşa (!) sahiptir.
    batı’da demokrasi vardır dememize rağmen avrupa ülkeleri birkaç istisnasıyla, otoriter bir yapıya sahiptir. biz bugünden baktığımızda abdülhamid’in idaresinde belki otoriter ve istibdad benzeri bir görüntü bulabiliriz. (françis georgeon onun yönetimine “otokrasi” adını verir.) çünkü biz bugün çok partili, seçimlerle belirlenen bir yönetime sahip siyasetin çoğullaştığı bir ortamda yaşıyoruz. oysa 19. yüzyıl’a baktığımızda osmanlı devleti, rusya’dan ingiltere’ye, italya’dan almanya’ya kadar pek çok devletin siyasi ve diplomatik kıskacında bulunuyor ve her allah’ın günü topraklarından bir parçası daha kopartılmak isteniyordu.
    böylesine çetin bir dönemde “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” gibi bir düşünce içinde olunsaydı acaba imparatorluğun hangi parçası elimizde kalırdı? hatta türkiye diye bir siyasi varlık kalır mıydı? düşünmek gerekir.
    dolayısıyla “güvenlik mi öncelikli, yoksa özgürlük mü?” sorusunun karşısında abdülhamid’i bugünkü sınırlı bakış açısıyla yargılamanın ve onu müstebit, otoriter, despot,zalim bir yönetici olarak görmenin hatalı bir hüküm olacağı düşüncesindeyim. o günkü şartlar doğrudur veya yanlıştır ama ancak bu şekilde bir yönetim anlayışının devleti ayakta tutacağı sonucunu doğuruyordu aklı-ı selim sahiplerinin kafasında.
    bu tedbirlerin ne kadar isabetli olduğu, neyi önlemeye,engellemeye,frenlemeye çalıştığı abdulhamid’in tahttan indirilmesinden sonra yaşanan 9 yıllık feci tecrübeyle yeterince doğrulanmış olmadı mı?
    0 1
  • 2. abdulhamid

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 8/9

    sultan abdulhamid, donanmayı haliç’te çürüttü mü?

    bu soruya 3 madde halinde cevaplamaya çalışacağım:
    1) abdülaziz döneminde osmanlı donanması, görünüşte avrupa’nın 3. büyük deniz gücü haline gelmişti gelmesine, ama bu bir kısmı elden düşme ya da ikinci el alınan devasa gemilerimiz, 93 harbi’nde karadeniz’de yapılan bir deniz çarpışmasında küçücük rus istimbotlarıyla başa çıkmakta zorlanmıştı. yani gemilerin parlak boyalı, büyük ve gösterişli olmaları bir şeyi halletmiyordu.
    2) gemi üretim altyapısı hazır olmayan devletlerin sırf dışarıdan gemi satın alarak donanmalarını ayakta tutmaları mümkün değildir. kaldı ki, sultan abdülaziz’in kurduğu donanmanın hızla yenilenmesi gerekiyordu. bu da, 93 harbi’nden yenik çıkıp milyonlarca altın tazminat ödemek zorunda kalan devlete masraf kapısı demekti. fakat abdülhamid, tamamen boşlamış da değildi, yine gemiler satın almış ve donanmayı yenilemiştir. ancak o, temelde “karacı”ydı. silah yatırımlarını top ve tüfeğe yapmıştı.
    3) abdülhamid eğer söylendiği gibi donanmaya düşman olsaydı, ruslar ayastefanos anlaşması’nda bazı gemilerimizi tazminat olarak istediklerinde direnmez, verip kurtulurdu. oysa sultan, “donanmanın elden çıkarılmasına kesinlikle razı değilim. bu maddeyi reddetmek için her türlü fedakârlığa hazırım. bu uğurda gerekirse canımı feda ederim.” demiştir.

    ingilizler, abdülhamid’i neden sevmezlerdi?

    “abdülhamid, kurtlarla birlikte ulumayı bilen bir hükümdardı.” öncelikle bu ifade ne demektir?

    ingilizcedeki “kurtlarla birlikte ulumak” deyiminin kaynağı şudur: dağ başında kurtlar etrafınızı çevirdiğinde ancak onlar gibi ulumayı becerebilirseniz sizi kendilerinden kabul ediyor ve dokunmadan yanınızdan geçip gidiyorlar. kaçmaya yahut başka türlü (mesela insan gibi) sesler çıkarmaya kalkarsanız, üzerinize saldırıp anında parçalıyorlar. bir başka deyişle, tek şansınız, onlar gibi ulumayı becerebilmektedir. dönemin en büyük “kurtlarından” olan ingiltere de, osmanlı’nın en küçük bir zaafında dişlerini belli ediyor, kendi menfaatlerini sağlama yoluna gidiyordu. fakat abdülhamid’in zekice siyaseti, ingilizleri çileden çıkarmaya yetiyordu. devletin sağlam yönlerini tam anlamıyla kullanarak, zayıf yönlerini ise güçlü gibi davranmayı başararak kapatıyordu. bu davranış, denge politikası şeklinde olabilir, yapılacak hamleye karşı kontratak şeklinde olabilir, bir şekle dış güçleri bertaraf ediyordu. gerek sınırlarının içindeki siyaseti (mesela hicaz demiryolu) gerekse dışarıdaki siyaseti, osmanlı devleti’nin vücudunu, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar ciddi bir kaza yaşatmadan yüzdürüp getirebilmiştir.

    o dönemde dünya ne haldeydi? abdülhamid döneminin önem arz etmesinin sebebi nedir?

    sultan abdulhamid belki sıkı bir yönetim sergiledi; parlamento, seçimler gibi siyasi enstrümanları işletmesine devrin şartları izin vermedi. ama bir şekilde bu 33 senelik dönemi, tamamen değilse bile, büyük ölçüde hasarsız atlatmamızı sağladığı da bir gerçek. balkan savaşlarına, hatta birinci dünya savaşı’na kadar iyi kötü onun zamanında korunabilmiş bir toprak bütünlüğü ile gelindi. daha da önemlisi, bugünkü türkiye’yi kuracak temeller, sultan abdulhamid’in iktidar döneminde atılmıştır.
    sultan 2. abdulhamid 33 yıl boyunca etrafı “kurtlarla” çevrili bir ülkeyi sağ salim sahile çıkarmanın mücadelesini verdi. hasta adam’ın mirasının paylaşılması konusu 1850’lerde gündeme gelmişti. 1878’de rusya karşısındaki ağır yenilgimiz, emperyalizmin iştahını kabartmıştı ve türkiye’de darbe üstüne darbe yapılıyordu. önce sultan abdülaziz’e yapıldı darbe, sonra
    5. murad’a. sanıldı ki, osmanlı’nın kaderi pamuk ipliğine bağlı. nitekim sultan abdulhamid tahta geçtiğinde ingiliz dışişleri bakanı, kendisini tehdit etmiş, “ayağını denk alsın, ona da öncekilere yaptığımızı yaparız” demişti.
    çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. ülkeyi bir barış dönemine sokarken, kazanılan zamanda demiryolu ağından eğitim yatırımlarına kadar bir dolu projeye imza atıyordu. kendisini feda etmişti ama 30 yılda yetiştirdiği nesil, çanakkale’den sina çölüne kadar emperyalizme karşı akif’in deyişiyle “kıta kapma” oyunu oynayacaktı.
    “kızıl sultan” demişlerdi ona. kendi açılarından haklıydılar. çünkü osmanlı’nın paylaşımını pahalıya getirmişti avrupa’ya. kansız olacaklarını sandıkları osmanlı gövdesindeki ameliyat, 30 yıllık gecikme sayesinde avrupa’nın kanlı bir iç savaşına dönüşmüş ve bir dünya meselesi haline gelmişti.
    françois georgeon, abdülhamid’in, imparatorluk topraklarını yeniden fethe giriştiğini söyler ki, bence bu, abdulhamid hakkındaki literatürün en vurucu tespitleri arasına girmeyi hak etmektedir. imparatorluğu yeniden fetih!.. siyasi olarak fetih, fakat aynı zamanda haberleşme ve ulaşım olarak (telgraf direklerinin dikilmesini ve demiryolları projelerini düşünün) yeniden fetih; dış politika ve diplomasi olarak yeniden fetih; imaj olarak yeniden fetih ve kültürel olarak yeniden fetih.
    yazara göre osmanlı toplumu ve kültürünü inceleyen yeni çalışmalar abdülhamid döneminin hiç de iddia edildiği gibi karanlık bir dönem olmadığını , hatta aksine, akdeniz’in doğu kıyılarında bulunan büyük liman şehirlerinde olduğu gibi bazı yerlerde rahat ve eğlenceli bir hayatın sürdüğü bir dönemin yaşandığını göstermektedir. georgeon’un kanaati, abdülhamid’in eski osmanlı geleneklerini çağa uyarlayan ve aynı anda çağdaş olmanın gerektirdiği bazı nitelikleri taşıyan ilginç bir devlet adamı portresi çizdiği merkezinde şekillenir.
    nitekim abdulhamid’in üzerine örtülen asırlık örtüler açıldıkça, onun bugün bize göründüğünden çok farklı bir şahsiyet ve idareciliğe sahip olduğu daha iyi anlaşılacak, “gelenekçi” olduğu kadar “yenilikçi” yönü de, tanzimattan itibaren itibarları hızla düşen geleneksel osmanlı kurumlarını ihya ederken, yeni ve modern kurum ve uygulamalara da cesaretle girdiğini daha berrak bir şekilde görme imkanımız olacaktır. ve bu çift yönlü hareketin, yani otokrasi ve aydınlanmanın aynı anda başarılabileceğinin gayretini daha iyi anlayabileceğiz.
    1890-1905 yılları, küçük balıkların büyük balıklar tarafından yutulmaları ve haritadan silinmeleri dönemidir. ingiltere, hindistan ve mısır’ı aldıktan sonra afrika’ya yönelmiş ve sırayla doğu sudan, kenya ve rodezya’yı sınırlarına dâhil etmişti. bu sırada hollanda da ümit burnu’ndan mısır’a kadarki toprakları ele geçirme isteğiyle emperyal yarışa dâhil olmuştu. fransa, bu paylaşım savaşında geri kalmamak için harekete geçmiş ve önce yıllarca korumasında yaşadığı osmanlı devleti topraklarından cezayir ve tunus’a pençelerini geçirmişti. devamında fas için almanlarla kıyasıya bir mücadeleye başlamıştı. gizli bir savaş veriliyordu. öte yandan ispanya, fas’ın kuzeyinden küçük bir toprak parçasına razı olmuş, moritanya’nın atlas okyanusu’na bakan sahillerini almıştı. portekiz ise kendisinden 20-30 kat daha büyük olan angola ve mozambik’i renklerine bağlamıştı. çin bile paylaşılmış, en büyük limanı olan şanghay, avrupa ülkeleri tarafından bölüşülmüştü. işte bu paylaşım savaşına direnen iki doğulu güçten japonya, 1905’te rusya’yı mağlup ederek herkesi şaşkına çevirmiş, osmanlı devleti ise bu süreci en az toprak kaybıyla atlatmanın mücadelesini vererek bir başka şaşkınlığa yol açmıştı emperyalistler safında.
    toprak avına rötarlı çıkan almanya’nın nasibine ise güney-batı afrika ile tanganika düşmüştü. tabii avusturya-macaristan imparatorluğu’nun bir oldu bittiyle el koyduğu bosna-hersek’i veya hive ve buhara emirlikleri ile koca sibirya’yı topraklarına katmış olan rusya’yı dâhil ettiğimizde, sultan abdulhamid sayesinde gelen uzatmaların bizi hangi büyük tehlikelerden koruduğunu daha iyi anlamış oluruz.
    velhasıl, abdülhamid’in tılsımlı saltanat yılları, bir bakıma yenik duruma düşen takımınızın bir gol atabilmesi için sabırsızlandığınız duraklama dakikalarına benzer. uzadıkça uzasın istersiniz o birkaç dakika; hiç bitmesin. bu arada her an bir şeylerin değişeceği umudu sürekli yanar söner içinizde. uzatmalar nelere gebedir! bilirsiniz…
    0 1
  • 2. abdulhamid

    abdulhamid han'ın dünyasına kısa bir bakış bölüm 9/9

    sultan abdülhamid’in dublörü olduğunu biliyor muydunuz?

    sultan abdulhamid han’ın süt kardeşi ismet bey, ilk defa osmanlı devrinde yayınlanmış bu fotoğrafında görüldüğü üzere, sima olarak padişaha benziyordu. bu benzerliğin asıl önemli tarafı, padişahın onu bazı zamanlar kendi yerine merasimlere göndermesiydi. bazı rivayetlere göre, sultan 2. abdulhamid han, özellikle bazı cuma selamlıklarına süt kardeşi ismet efendi’yi vazifelendirirmiş. ismet efendi, padişahın adeti üzerine selamlığa çıkar ve hiç kimse ile görüşme yapmadan arabasına biner ve saraya dönermiş.

    abdülhamid, denizaltıcılığımızın babasıdır!

    yıl 1885’tir. stockholm’da ilk denizaltı william garret ve thorten nordenfelt tarafından yapılır. donanma için imal edilen denizaltının denemeleri için osmanlı bahriye nezareti’ne bir mektup gönderilir. hazırlıklar ikmal olunduğu takdirde kopenhag civarında yapılacağı belirtilir. abdulhamid, bunun üzerine binbaşı halil bey’i osmanlı devleti’ni temsil etmek üzere göndermiştir. japonya’dan brezilya’ya hemen her ülkenin askeri temsilcisinin katıldığı denemelerden sonra ayrıca tecrübe edilen nordenfelt ı denizaltısı, kısa bir süre sonra yunanistan tarafından satın alınır. halil bey de, padişaha bu denizaltı gemisinin eksikleri giderilir, sürati arttırılır ve torpidoları arttırılırsa alınabileceğini söylemiştir. sultan, bu yeni silahı donanmasına katmayı kafasına koymuştur nihayetinde. yunanistan’ın aldığı denizaltı, osmanlı ticaret ve savaş gemileri için potansiyel tehlike arz etmektedir. nordenfelt ı’e karşı harekete geçen sultan abdülhamid han, daha denizaltıcılık tarihinin şafağında türk donanmasının üstünlüğünü korumak ve denizden gelebilecek tehlikeleri önlemek için nordenfelt ıı ve ııı e talip oldu. yunanlılarınkine nazaran daha büyük, daha hızlı ve daha gelişmiş olan bu denizaltıların bedeli padişahın şahsi parasından karşılandı ve 23 ocak 1886’da siparişler verildi. gönderilen parçalar tamamlandığında ve nihayet taşkızak tersanesi’nde ilk türk denizaltısı suya indirildiğinde tarihler 6 eylül 1886’yı göstermekteydi. denemeleri haliç’te yapılan bu ilk denizaltımıza “abdulhamid” ismi verilmiştir.
    fakat bu ilk denizaltıdan istenilen sonuç alınamayınca, geminin mühendisi garrret apar topar istanbul’a çağırıldı ve kendisine sultan’ın nordenfelt adlı silah fabrikatörü tarafından aldatılmadığından emin olmak istediği hatırlatıldı. 4 ocak 1887’de tamamlanan ve ocak 1888’de denize indirilen “abdülmecid” adlı ikinci denizaltımızla birlikte abdülhamid denizaltısı da teste tabi tutuldu. bu tecrübeler sırasında abdülmecid denizaltısı haliç’ten çıktı, sarayburnu akıntısını geçtikten sonra izmit’e götürüldü. geminin seyir,dalma ve torpido denemeleri yapıldı. bu denemeler sırasında dünyada ilk torpido atan denizaltı ünvanı, ilk iki denizaltımızdan biri olan abdülmecid’e nasip oldu.
    “abdülmecid” ve “abdülhamid”, dünya denizaltıcılığının ilk örneklerindendi. ilk olmalarının getirdiği bazı eksiklikleri olsa da o devirde, denizaltıcılığın şafağında, osmanlı donanmasında bulunmaları bile çok şey ifade ediyor.

    sonuç olarak, şanıyla şerefiyle, hatasıyla sevabıyla 32 yıl 7 ay 27 gün saltanat süren bir padişahtı sultan 2. abdülhamid. vatanını, milletini hep çok sevmiş ve değerlerinin her zaman arkasında durmuştu. tam bir osmanoğluydu. allah rahmet eylesin.
    0 1
  • 10 Kasım'da bile Atatürk'e hakaret edenler

    Özellikle sosyal medyada gördüklerim ve okuduğum yorumlar beni hayretler içerisinde bıraktı. Nasıl bir millet olduk biz, insanların görüşlerine ne kadar saygısız olduk?
    Bizim milletimiz Ramazan'da oruç tutmasa da bile iftardan önce yemek yemez, öğle yemeklerini gizli gizli yerdi. Aç birisi görür de canı çeker diye restorantlarda içeride otururdu. Müslüman olmayan bile ibadet edene saygı duyardı, bayramını kutlardı. Şimdi görüyorum ki Atatürk'ü aşağılayanlar birçok insanın yasta olduğu bugünde bile propagandalarına devam ediyor. Hala Atatürk'e özlem duyan insanları aşağılayıcı Atatürk'e hakaret edici yorumlar yaparak inananları en hassas gününde provoke ediyor. Gerçekten ne kadar saygısız bir millet olduk biz? Herşeyi bırakın burada Atatürk'e sayanların düşüncelerini çürütecek binlerce şey yazabilirim ama onu da bırakın bugün bile saygı göstermeyi düşünemediniz mi? Bugün bile mi kutuplaşmamız gerekirdi? Ne hale geldik bir geri adım atıp da bir bakın, bir düşünün....
    0 5
  • İSPANYA MI YOKSA FRANSA MI!!!

    Sevgili dostlarım bügün fransa dünyanın en büyük 5. ab nin 2. ekonomisi dünyada legal olarak nükler silah bulunduran 5 ülkeden biri olması sebebiyle de birleşmiş milletlerde 5 veto hakkından birini elinde tutuyor ( almanya ve japonya gibi devler tutamazken) afrikadan pasifiğe heryerde fransız donanması ve fransız toprakları vardır peki krallarının valideleri sultanlarımızın ayaklarına kapanan fransaya bakın bir ne olmuş.
    ya ispanya ? toprakları bölünmek üzere katalonya kafasına göre hareket ediyor bask sorunu siyaseti tıkıyor galiçya da joker sorun olarak duruyor. ispanya ekonomisi battı son nefesini veriyor iflaslar krizlerin ardı arkası kesilmiyor.
    komşu ve latin kanından olan iki koloni devinin arasındaki bu farkı ne yarattı ki? yazıma zaman ayırıp okuyacağınız için teşekkür ederim dostlarım.
    öncelikle ispanya yı ele alıyorum


    İspanya azınlık grupları (Galiçyalılar, Katalanlar, Basklar) barındırma açısından zengin ve sorun teşkil eden bir ülke. Karmaşık, etnik bir mozaik var yani. Ama burada sorun teşkil eden Basklar. Hemen her hak tanınıyor Basklara. 1935-1975 yılları arası Franko diktatörlüğündeki İspanya’da azınlık gruplara çok fazla hak tanınmıyordu, baskı politikası uygulanıyordu. Azınlıklar yılmadı ve işbirliği oluşturdular. 1975’ten sonra yavaş yavaş demokrasiye geçildi ve 1978’de yeni anayasa kabul edildi. Kral Juan Karlos döneminde İspanya’nın demokratikleşme süreci desteklendi. 1975’den sonra Bask ve Katalan bölgesine ön otonomi verildi ve İspanya “bölgeler sistemi ”ne geçti. Özerk bölgeler oluşturuldu, ülkedeki azınlıklar resmi statü kazandı(buna dahil olmayan sadece dış politika ve savunma-güvenlik politikası).

    BASK!
    İspanya’nın kuzeyinde, Fransa’nın güneybatısında yer alan bu özerk bölgede 1660 yılı öncesine dek bir Bask ülkesi vardı. 1660’da Pirene Anlaşması ile İspanya ve Fransa arasında bölündü. 1980’lerde referandum yapılıyor ve Baskların %90ı kabul ediyor özerk bölge olmayı ve özerk parlamento oluşturuluyor. Parlamentoda iki dil kullanılıyor. Bask dili “Euskara” İspanyolca ile eşit sayılıyor. Eğitimde hangi dilin kullanılacağına Bask hükümeti karar veriyor. Ortaöğrenim sonuna dek öğrencilerin iki dilde de kendini ifade etme zorunluluğu var. Yine bölgede Bask üniversitesi var ki amaç Bask kültürüne teşvik etmek. Yerel hükümet Baskça bilen memurlar yetiştiriyor.
    Peki, özellikle 1978’den sonra bunca hak verilmesine rağmen neden İspanya’da Bask sorunu yaşanıyor? Bağımsız bir Bask devleti talep ediyorlar, olumsuz karşılanınca da bir örgüt kuruyorlar(ETA). Euskadi Ta Askatasuna. ETA’yı 1959’da orta sınıf aydın ve şehirli gençler kuruyorlar. 1959’dan bugüne dek 1000’e yakın insan öldürdü. 1986’ya dek terör eylemleri artıyor. Artık Bask halkı ETA’ya sempati duymamaya başladı. İspanya’nın AB’ye üye olmasıyla ekonomik durum iyileşiyor ve ETA’ya sıcak bakılmıyor. Terör örgütlerinin varlığında ekonomik durum önemli yani. 1990’larda Basklar mitingler yürüyüşler yapıyorlar ETA silah bıraksın diye. ETA’yı 1993’te ateşkese çağırıyor Basklar; 1998’de ETA ateşkes ilan ediyor. Görüyoruz ki örgütler de bir şekilde halkın istekleri doğrultusunda cevap verebiliyor. 2000-2001 arası eylemleri artıyor ETA’nın. İspanya hükümeti sorunu yok sayma politikası izliyor; bu işe yaramıyor ETA daha fazla eylem yapıyor. 2004 seçimlerini sosyalist Zapatero kazanıyor ve daha ılımlı bir Bask politikası izliyor. Siyasi diyalog uyguluyor; 2005’te ETA’yla masaya oturuyor. Ama işe yaramıyor. Yaramaz dostlarım parmağnın ucunu verirsen kolunu isterler demişti bir kere osman pamukoğlu. kol ile de yetinmezler yetinmediler okumaya devam edin lütfen.
    ETA bağımsız devlet istiyor, İspanya buna elbette müsaade etmez. Etse bile Basklar eski topraklarını istiyor, yani Fransa topraklarının da bir kısmını içeriyor. Fransa buna asla izin vermez. Kendi topraklarında yaşayan Bask azınlığa(ki Fransa kendi ülkesinde herhangi bir azınlık grubun olduğunu reddediyor) hak vermeyen Fransa, İspanya’daki Baskların toprak isteğine ses çıkarmayacak! işin sonunun nereye varacağını kestirmek zor değil ispanya bitikleri oynuyor dünya ve ab siyasetinde söz sahibi olmaktan çoktan çekildi bile ya fransa?
    FRANSA
    60 milyonu aşkın nüfusu olan fransada 7 milyon insan farklı bir dil kullanıyor fakat Fransa ülkesindeki bu insanları asla azınlık olarak tanımlamıyor. Fransız anayasasının giriş bölümünde: “Yasa karşısında tüm vatandaşların eşitliği temin edilir. Kök, din, ırk ayrımı yapılmaksızın tüm vatandaşlardan oluşan bir Fransız halkı vardır” deniyor.

    Fransa’da hiçbir azınlık grup yok diyerek aslında Capatorti’nin azınlık tanımına da uymuyor. Fransa’nın ise buna cevabı: “Fransa azınlıkta olsun ya da olmasın hiçbir etnik grubun mevcudiyetini kabul etmiyorum. Azınlık konusu devletler hukuku konusu değil kamu özgürlüklerinin konusudur.” Diyor. Hükümetin görevi kanunlara göre vatandaşların hak ve özgürlüklerini serbestçe kullanmalarını güvence altına alıyor.
    Fransa bilimsel amaçlar dâhilinde izin veriyor azınlık dillerinin kullanımına. Azınlık söz konusu olduğunda izin yok. Fransa’nın katı bir duruşu olduğunu az çok anlamaya başladık. Konuyla alakalı uluslararası belgeleri imzalamıyor, imzalasa da onaylamıyor. Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalamayan tek Avrupa Birliği ülkesidir Fransa. Bunun yanısııra Bölge ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı imzalamasına karşın onaylamadı. Fransa, söz konusu şartın amacının azınlıkları tanımak, korumak olmadığı takdirde onaylayacağını, sadece Avrupa dil mirasını geliştirmek söz konusu olduğunda olumlu bakacağını söylüyor.

    1982’de Birleşmiş milletler kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ni onaylayıp uyguluyor. Ama yine bir yorum getiriyor: (27. maddeyi uygulamıyor.) “Fransa halkı etnik özelliklere dayanan hiçbir ayrımı kabul etmez dolayısıyla her türlü azınlık kavramının reddeder.” Her fırsatta demokrasiyi savunan diğer ülkelere bir nevi akıl veren çağdaş (!)Fransa’ya bu hiç yakışmamıştır.:D :D
    Önceki İspanya örneğinde görüldüğü gibi ülkesindeki azınlıklara pek çok hak veren İspanya’da bu yöndeki gelişmeler çok iç açıcı olmamakla beraber verilen hakların devamlı daha fazlası talep edilmiştir. Peki ya Fransa? İspanya’nın tersi bir tutum izleyen azınlıklara hak vermeyi düşünmeyen çünkü azınlıkları reddeden bir fransa’yı Türkiye olarak örnek alabilir miyiz?

    Fransa’ya tepkiler hat safhada, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nden özellikle. Fakat Fransa o kadar rahat ki bunları görmezden geliyor, takmıyor. Yine de Fransa’da sadece azınlıklara yönelik sorunlar yok. Antisemitizm, Müslüman karşıtlığı, göçmenlere karşı ırkçı söylem ve politikalar da var. Ve Fransa’da çok rahat halkın %15’i ırkçı söylemlere prim veriyor.

    Fransa yine İspanya’nın bir dönem uyguladığı azınlık politikasını uyguladı. Ömür boyu azınlıkları inkâr ediyor. İşe yarar mı bu? Bu defa da sosyolojik azınlık olarak karşımıza çıkar bu gruplar. Basklar, Korsikalılar, Katalanlar, Brötonlar.

    Korsika bir ada ve sosyolojik azınlıktır, hukuken tanınmıyorlar. Fransa’daki 26 bölgeden biridir. 350–400 binlik nüfusun yanında ada Korsika’da 270.000 Korsikalı yaşıyor. 270.000 Korsikalının %70’i Korsikalı, %20’si Fransız, %10’u da göçmendir.

    Korsika ekonomik açıdan geri ama 1970li 1980li yıllardan sonra ekonomisini büyütmek için bazı taleplerde bulunarak mücadeleye geçtiler. Terör şiddeti başladı. Korsika Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale Corse, FLNC). Daha sonra 1975’te bölge statüsü verildi ve Korsikalılar bölge meclisi kurabilme, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta yer alabilme haklarını elde ettiler. Etnik özelliklerinden dolayı değil, tarihi ve coğrafi özelliklerinden dolayı Korsikalılara bu statüyü verdiğinin altını defalarca çizdi.

    Ardından yine bir yasa kabul edildi 1982’de. Fakat şiddeti durduramadı. Devamında gelen 1991’deki yasada(Korsika İçin Yarı Özerklik Yasası) meclisin icraat yetkisi genişletildi. Adaya statü kazandırma çabaları yine şiddeti yok etmedi. Korsikalıklar ve başbakan Lionel Jospin arasında süresiz ateşkes ilan edildi. 2001 Aralık’ta terörün sona ermesi şartıyla adaya aşama aşama özerklik verilmesi söz konusu oldu. Adaya özerklik veren yasa parlamentodan geçiyor ve 2004’te artık Korsika Bölge Hükümeti adanın yönetiminde tam yetkili olacaktı. Tabiî ki savunma ve dış politika konuları hariç. Korsika meclisinden çıkan yasalar Fransız parlamentosunda onaylanmak şartıyla uygulanabilecekti. Ayrıca zamanla okullarda Fransızcanın yanı sıra Korsika dili zorunlu öğretilebilecekti.(Görüldüğü gibi Fransa haklar vermeye çalışıyor ama kontrolü asla elden bırakmıyor.)

    Fakat 17 Ocak 2002’de Fransa Anayasa Konseyi, cumhuriyetin tekliği ve bölünmezliği ilkesiyle çeliştiği için bu statüyü vermiyor. Bundan sonra göreve gelen başbakan Jean-Pierre Raffarin bu süreci devam ettirmeye çalışıyor. Korsika’nın statüsüyle ilgili halk oylamasına gidiliyor 6 Temmuz 2003’te. Korsikalıların %50,2 si reddediyor bu statüyü. Şiddet yeniden başlıyor. Fransa bunu azaltmak için Korsika diline yasal statü tanımaya çalışıyor. Sınırlı da olsa izin veriyor kullanımına, özellikle kamu hizmetinde ve mahkemelerde kullanılabiliyor.

    Şuan ki durumda sadece Korsika dilinde eğitim yapan okul yok. Medyada sınırlı olarak yer veriliyor. Bu katı haklar böyle devam ettirilemez elbette.

    EVET KIZIM SANA SÖYLÜYORUM GELİNİM SEN İŞİT umarım bir farkındalık yaratmışımdır
    0 2
  • 2. dünya savaşında çizgi romanlar

    Bu yazımda 2. dünya savaşı sırasında oldukça popüler olan bir propaganda yöntemi olan çizgi romanlardan bahsedeceğim.
    Bu yöntem özellikle amerika tarafından kullanılsa da ( özellikle büyük buhran sırasında ve 2. dünya savaşının ateşli zamanlarında) miğfer devletler ve diğer müttefik devletlerde de sıklıkla kullanılmıştır. Ben amerika dan başlamak istiyorum. aslında 2. dünya savaşından önce de çizgiromanlar kullanılmaktaydı fakat özellikle
    Büyük buhran sırasında zaten canı sıkkın olan halkı biraz da olsa eğlendirebilecek, çoğu zaman siyasi içerikte olan fiyatı da makul seviyede olan çizgiromanlar basılmaya başlanmıştı
    1928 yılında Amazing Stories adlı yayıncı tarafından çıkarılan Buck Rogers isimli çizgi roman.


    2. dünya savaşı sırasında ise bir yandan savaşta olan amerika bu yönden de miğfer devletlere savaş açmış durumdaydı. Savaş Yazarları adı altında toplanan yayıncılar ve yazarlar gerek amerikan politikası hakkında gerek ise miğfer devletlerinin propagandalarını çürütmek amacıyla çizgi romanları araç olarak kullanmaktaydılar.

    Savaşın etkisi altında olan halkı bir nebze de olsa bu etkiden kurtarmak için eğlenebilecekleri ve de amerikan politikasını kavrayabilecekleri çizgi romanlar üretilmiştir. çizgi romanda altın çağ olarak adlandırılan bu dönemde Özellikle captain america, wondergirl ve superman önemli propaganda araçları olmakla birlikte captain marvel, batman, terror black ve daredevil gibi karakterler de propaganda aracı olarak kullanılmıştır




    İlk başlarda özel şirketler altında yapılan bu propagandaların yararını gören abd, özel superman, bir captain america kadar olmasa da kendi çaplarında çizgi romanlar yayınladılar


    temele inecek olursak bu propagandaların amaçları başlıca şunlardı;
    abd halkının düşmanlarını tanımasını sağlamak
    savaşın halk üzerindeki etkisini azaltmak
    miğfer devletlerini halk gözünde acımasız, katil statüsüne indirmek
    müttefik devletlerinin savaşının bir amacı olduğunu halka bildirmek
    miğfer devletlerin propagandalarını yalanlamak, çürütmek

    not: halihazırda çizgi romanın babası konumunda olan abd hakkında bilgi kolay bulunurken miğfer devletler ve diğer müttefik devletler hakkında bir araştırma gerekiyor. eğer sağlıklı kaynaklara ulaşırsam mutlaka ikinci, üçüncü bir part halinde yayınlarım)
    0 6
  • Yggdrasill

    Midgard

    İskandinav mitolojisinde ölümlülerin yaşadığı dünya olan Midgard, kelime anlamı olarak orta dünya'yı ifade etmektedir. Bu adı almasının sebebi dünyanın ortasında bulunmasıdır. Daha önceki asgard bölümünde bahsettiğim üzere Asgard ve midgard arasında gökkuşağından bir yol vardır (bifrost). iskandinav mitolojisine göre Tanrılar Dev Ymiri kesmişlerdir ve etinden toprakları, kanından okyanusları kemiklerinden dağları, dişlerinden yamaçları, saçlarından ağaçları ve beyninden ise bulutları yaratmışlardır. Güneş, ay ve yıldızların ise Ymirin iskeletinden ayrılan kemiklerinden oluştuğu rivayet edilmektedir. Midgard ise, dünyayı tanrılar tarafından jotunheim devlerine karşı korumak için Dev Ymir'in kaşlarından yapmıştır.
    Ayriyetten, Midgard'ın etrafı aşılamayacak bir okyanus ile kaplıdır ve bu okyanusta Jörmungandr(Midgard Yılanı) bulunmakta. Jörmungandr hakkında konuşacak olursak;

    Jörmungandr, Odin'in kan kardeşi olan kötülük tanrısı loki ile dişi dev angrboda'nın çocuklarından biridir. Jörmungandr o kadar büyümüştür ki dünyayı sarmalamış ve kendi kuyruğunu yemiştir, diğer bir adı olan dünya yılanı'nı buradan almaktadır. baş düşmanı babasının üvey kardeşi olan thor'dur. bir rivayete göre jörmungandr kurtulduğunda dünya sona erecektir. diğer bir rivayete göre Ragnarok(kıyamet) günü Jörmungandr kurtulacak ve gökyüzünü zehirle kaplayacaktır. Thor, uzun bir kavganın ardından Jörmungandr'ı öldürecek fakat thor, jörmungandr tarafından zehirlenecek ve bu zehir okadar etkili ki, thor, sadece 9 adım attıktan sonra ölecektir.
    Bu kavgadan sonra mi
    Thor ve Jörmungandr'ın kavgası.

    Ayriyetten Jörmungandr tarihteki Ouroboros(kendini yiyen yılan) örneklerinden biridir.
    0 2
  • İlk Kadın Hükümdar Tomris Hatun ve Destanı

    Tarihteki İlk Kadın Hükümdar; Tomris Hatun ve Destanı
    Milattan önce 6. YY'da yaşayan İskit-Saka Kraliçesidir. Türkleri tek bi çatı altında toplayıp Turan Birliği'ni sağlayan Alp Er Tunga'nın torunudur. Ayrıca tarihte bilinen ilk kadın Hükümdardır.
    Tomris Hatun Dönemi'nde Saka Devleti kendi tarihinin en parlak dönemini yaşamıştır.Tomris Hatun, bölgedeki hakimiyeti sağlamış fakat bu hiç kolay olmamıştır.Güneylerinde bulunan Pers İmparatorluğu ile amansız mücadelelerde bulunmuş, gerçekleştirdiği mücadelelerden en ünlüsü ise Pers İmparatoru Kiros ile verdiği mücadelelerdir.
    İmparator Kiros sürekli olarak Saka Devleti topraklarına akınlar düzenliyor ve Saka halkına büyük kayıplar yaşatıyor. Saka Türkleri ise İmparator ile mücadeleye girmeden önce daha iyi bir ortamda savaşabilmek için geri çekiliyorlardı. Bu durumdan sıkılan Kiros, Tomris Hatun'a bir elçi gönderir ve devletinin kendine bağlanmasını ayrıca kendisi ile evlenmesini ister. Bunun sonucunda ise Tomris Hatun ve Devleti ile uğraşmayacağını belirtir. Tomris Hatun, Kiros'un bu isteğini reddeder ve Kiros yüzlerce fil, savaş için eğitilmiş binlerce köpek ve 100.000 kişiyi aşan büyük bir ordu toplayarak Saka Devleti'ne saldırır. Tomris Hatun ise 9.000'i kadından oluşan 13.000 kişilik ordusunu toplar ve uygun bir bölgede Kiros'u beklemeye başlar. Kiros Ordusu'nu Tomris'in bir kaç km ötesinde mevziler ve plan yapmaya koyulur. Bu sırada Kiros'un aklına bir hile gelir ve savaş meydanında bir çadıra kendi emrinde bulunan güzel kadınları ve bi kaç nöbetçiyi koyar. Sabaha karşı Tomris Hatun'un oğlu çadıra bir saldırı düzenler ve nöbetçileri öldürüp kadınlarla eğlenmeye başlar. Olaydan bi kaç saat sonra Kiros çadıra saldırır ve oradaki Tomris'in oğlu da dahil tüm Sakaları öldürür. Bu olayı haber alan Tomris çok üzülür ve büyük bir yemin eder:
    ''Kana susamış Kiros, sen oğlumu mertlikle değil içtikçe zıvanadan çıkaran şarap ile öldürdün. Ben de seni kana doyuracağım.'' der.
    Akabinde gerçekleşen savaşta, Tomris askeri dehasını kullanarak kendisinden on kat güçlü bir orduyu tamamen yok eder. Kiros ise ölülerin arasındadır ve Tomris Hatun, Kiros'un ölüsünü Otağı'na getittirir. Kiros'un kafasını keserek kan dolu bir fıçıya kor ve;
    ''Hayatında kana doymamış Kiros, seni şimdi kan ile doyuruyorum.'' der.
    Savaştan sonra Tomris Hatun, katıldığı tüm savaşlarda bizzat komutanlık yapar ve devletin sınırlarını büyük ölçüde genişletir. Tomris Hatun'dan etkilenen Yunan Halkı Tomris'e ''Leydi ve Origana'' demiştir.
    0 2
  • avokado

    NEDİR?
    Avokado , anavatanı Orta Meksika olan çiçekli bitkiler familyasına ait bir ağaç ve bu ağacın meyvelerinin adıdır.Taze olarak tüketilir, ayrıca yemeklerde ve salatalarda kullanılır.Çok besleyicidir.Tropik iklime sahip bölgeler yanında,Akdeniz iklimine sahip çeşitli bölgelerde de yetiştirilir.Türkiye'nin Akdeniz Bölgesi'nde yetiştirilir."Avokado" kelimesi Türkçeye İngilizce "Avocado" kelimesinden,bu kelime de İspanyolca aguacate kelimesinden gelmektedir.Avokadolar Aztekler'de 'bereket meyvesi' diye bilinirdi.Türkiye'de 1970'li yılların başında FAO aracılığıyla ABD'nin Kaliforniya eyaletinden deneme amaçlı çeşitli avokado fideleri getirilmiş, deneme üretimine başlanmış ve bu şekilde avokado Türkiye'ye girmiştir.Türkiye'de halk arasında bazı kesimlerce bu meyve Amerikan armudu adıyla da anılmaktadır.
    NE ZAMAN YENİR?
    Avokado esas olgunlaşmasını dalından koparıldıktan sonra tamamlayan bir meyvedir.Toplandığında sert olan avokado meyvesinin tadı acıdır, yenmez. Temelde oda sıcaklığında beklemesi gereken avokadoyu, kese kağıdı içinde bir elma
    yada muzla bekletmeniz ona gerekli yumuşaklığı katacaktır.Avokadonun ortalama olgunlaşma süresi 3-5 gündür. Avokadonun olgunlaştığını koyulaşmaya başlayan kabuğundan ve yumuşaklığından anlarsınız.Olgunlaştıktan sonra daha fazla bekletmemeye özen gösterin aksi takdirde yenilebilir halde içi krem rengi olan avokado meyvesi siyahlaşacak ve çürüyecektir.
    NASIL SOYULUR?
    Avokado esas olgunlaşmasını dalından koparıldıktan sonra tamamlayan bir meyvedir.Toplandığında sert olan avokado meyvesinin tadı acıdır, yenmez. Temelde oda sıcaklığında beklemesi gereken avokadoyu, kese kağıdı içinde bir elma
    yada muzla bekletmeniz ona gerekli yumuşaklığı katacaktır.Avokadonun ortalama olgunlaşma süresi 3-5 gündür. Avokadonun olgunlaştığını koyulaşmaya başlayan kabuğundan ve yumuşaklığından anlarsınız.Olgunlaştıktan sonra daha fazla bekletmemeye özen gösterin aksi takdirde yenilebilir halde içi krem rengi olan avokado meyvesi siyahlaşacak ve çürüyecektir.
    NASIL TÜKETİLİR?
    Avakado meyvesi genellikle soslarda, salatalarda ve atıştırmalık ara öğünlerde tüketilmektedir. Her ne kadar bir meyve olsada sebze gibi salatalarda kullanılmaktadır. Yumuşamış bir avakadoyu ortadan ikiye kesip kaşıkla bile yiyebilirsiniz.
    FAYDALARI?
    Enerji değeri yüksek bir meyve olan Avokado yağ ve protein açısından da oldukça zengindir. Ayrıca bol miktarda A ve E vitamininin yanında B grubu vitaminleri ve potasyum gibi mineralleri içinde barındıran besleyici bir besindir.Vücut dokularının ve cildin yenilenmesine yardımcı olur. Yaraların iyileşmesine katkıda bulunur. İyi bir hücre koruyucu ve antioksidandır. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Kansere karşı koruyucudur. Kalp ve damar sağlığı açısından da yararlıdır.Avakadonun Kabızlığa karşı etkili, bağışıklık sistemini güçlendirici özellikleri bulunmaktadır. İçerdiği doymamış yağ asitleri kanda kolesterolün yükselmesini önler dolayısıyla Kalp ve damar hastalıkları için en iyi doğal ilaçtır.Avakado, vücutta toksik maddeleri etkisiz hale getirerek, yaşlılığa yol açan zararlı maddeleri yok eder. Dolayısıyla yaşlanma sürecini yavaşlatarak hastalıkları önlemede önemli rol oynar.İçeriğinde bulunan protein, mineral ve vitaminler küçük çocukların ve hamile bayanların dengeli ve sağlıklı beslenmelerinde çok gerekli olan maddelerdir. Avakado, vücudun karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında düzenleyici olarak görev yapar.

    BASİT BİR AVOKADO SOSU NASIL YAPILIR?
    Olgunlaşmış bir avakado, limon,
    tuz, sıvı yağ, sarımsak
    Avakadonuzu ortadan ikiye kesin,içini kaşıkla bir tabağa çıkartın ve
    çatalla ezin.İsteğinize göre üzerine tuz, limon,sarımsak, zeytin yağı ekleyip tekrar karıştırın.Avakado salatanızı avakado kabugunda şık bir şekilde servis edebilirsiniz.
    0 2
  1. Yeni Konu Ekleme

    Bu alana yazacağınız yazı sizin konu başlığınız olacaktır. Eğer konunuz var ise listelenecek, eğer konunuz yok ise yeni konu ekleme sayfasına yönlendirileceksiniz. Konu başlığınızı yazdıktan sonra ileri butonuna yada enter butonuna basınız.

  2. Arama Butonu

    Arama butonuna basarak sayfaya yönlendirileceksiniz.