Baycu
Vaktiyle bir atsız varmış, Var olsun!!
En Beğenilen Yazar Sırası
:
20
Toplam Başlık Sayısı
:
1
Toplam Puanı
:
60
Toplam Giri Sayısı
:
69
Bu Ayki Puanı
:
3
En Aktif Yazar Sırası
:
22
Tarih Boyunca Türk -Fransız İlişkileri
sotarih
Türk ve Fransız milletleri arasında siyasi, askeri ve kültürel münasebetler bu iki milletin tarihlerinin ilk zamanlarından itibaren başlamaktadır. Hun Türklerinin lideri Attilanın 451 yılında Gallio (Galya) içlerine, Orleansa kadar devam eden akını, Türk-Fransız milletleri arasındaki münasebetlerin başlangıcıdır. Fakat esas münasebetler Müslüman batı Türkleri ile olmuştur. Alparslanın 1071 yılında Malazgirt Meydan Savaşını kazanmasıyla Anadolu topraklarına Türklerin yerleşmesi, Avrupa milletleri nazarında (günümüze kadar devam eden) bir Türk meselesi doğmasına sebeb olmuştur. Bu tarihten itibaren Anadolunun, daha sonra İstanbulun, Avrupa Rumelisinin Müslüman Türklere karşı savunulması ve kurtarılması, Hıristiyan Avrupa milletlerinin en başta gelen meselesi olmuştur. Bu maksatla Hıristiyan Avrupa, günümüze kadar devam eden, değişik şartlarda ve hüviyetlerde Haçlı seferleri düzenlemiştir. Hıristiyan Avrupa milletlerinden birisi olan Fransızlar da hangi idareye tabi olurlarsa olsunlar, bu Haçlı seferlerinde devamlı rol almışlardır. Bu sebeplerledir ki askeri ve kültürel temaslar yüzyıllar boyunca devam edip gelmektedir.
Papa İkinci Urbonus, bütün Hıristiyan Avrupa devletlerini birleştirip hem Türkleri durdurmak hem de Kudüsü almak fikriyle faaliyete başladı. Türklere karşı ilk tepki Fransada kendini gösterdi. İlk Haçlı kafilesini Pierre lErmite adlı bir Fransız keşişi harekete geçirdi. Etrafında 50.000 Fransız topladı. Bu kafile Kudüsü almak hülyasıyla Fransadan ayrıldı (1096). (Bkz. Haçlı Seferleri)
1147-1149 tarihleri arasında Fransa Kralı Yedinci Louis ile Almanya İmparatoru Üçüncü Konrad İkinci Haçlı Seferini başlatarak Anadolu üzerine yürüdüler. İlk dalga 75.000 kişilik ordusuyla Alman ordusu idi. Selçuklu Sultanı Birinci Mesud, Haçlı kuvvetlerini yok etti. Alman kralı 5000 askeri ile zor kaçabildi. Fransa Kralı Alman askerlerinin döküntülerini de toplayarak 155.000 kişilik ordusuyla sefere devam etti. Sultan Birinci Mesud, Haçlıları Toros geçitlerine çekti. Toroslarda müthiş zayiat veren Fransız askerleri, Antakyaya sığındılar. Şama yaklaştılar. Bu şehrin varoşlarında Türkler tarafından bir defa daha bozulup geriye atıldılar.
1189-1192 yılları arasında yapılan Üçüncü Haçlı Seferini tertipleyenler ve bizzat idare edenlerin içinde Fransa yine vardı. Fransa Kralı Philippe-Auguste, İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard (Fransız asıllıdır), Almanya İmparatoru Friedrich Barbarossa gibi üç şahsiyet bu seferi bizzat idare ettiler. Filistinde buluşarak Kudüse saldıran Haçlılar, Selahaddin Eyyubi ile yaptıkları savaşta ağır zayiatlar vererek hiçbir netice alamadan memleketlerine döndüler.
Kudüsün yine Türklerin eline geçmesiyle Fransa Kralı Saint Louis ve kardeşlerinin kumandasındaki Haçlılar, 1248-1254 yılları arasında Yedinci Haçlı Seferini tertip ettiler. Fransa kralı komutasındaki Haçlılar Mısıra çıktılar. O sıralar Mısır-Suriye ve çevre ülkeler Türk Memluklerin elindeydi. 1250'de Mansure Meydan Muharebesinde büyük bir bozguna uğrayan Haçlılar, Fransa kralını da Türk Memluklere esir vererek dağıldılar.
Esaret yıllarından sonra memleketine dönen Fransa Kralı Saint Louis, intikamını almak için Sekizinci Haçlı Seferini tertip ederek 1270 yılında Tunusa çıktı. Fakat bir kuşatma esnasında öldü. Bundan sonra, kısa zamanda yakın doğudaki Haçlı topraklarının tamamı Türkler tarafından alındı. Haçlı seferlerinin başlamasından iki asır sonra Yakın Doğuda Haçlılardan hiçbir iz kalmadı.
Daha sonraları Osmanlı Türklerine karşı olsun, şimdiki TürkiyeCumhuriyetine karşı olsun yapılan sıcak ve soğuk harbler yine Haçlı zihniyetinden kaynaklanmasına rağmen, ilk sekiz Haçlı seferinden ayrı olarak mütala edilmektedir.
İlk sekiz Haçlı seferlerinden sonra Türk ilerleyişi bir müddet yavaşladı. On dördüncü yüzyılın başında Yıldırım Bayezid zamanında Avrupa Rumelisini ve İstanbulu tehdid eden bir güç haline geldi. Bu Türk tehlikesi karşısında Hıristiyanlığı kurtarma gayretlerinde Fransızlar tekrar faal görev aldılar.
Macar Kralı Sigismondun yardım talebine Fransa kuvvetli bir orduyu destek olarak gönderdi. Bourgogne Veliahtı Jean Seans Peur komutasında (Korkusuz Jan), Philippe dArtois, Mareşal Jean de Baurbon, Henri de Bar, Prens Enguerrand ve Guy de Tremoville ve daha birçok Fransız asilzadesi çok şatafatlı bir ordu ile bu Haçlı seferine katılmışlardı. Bu sefer için Fransadan başka İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika, Venedikliler, Rodos şövalyeleriyle diğer Avrupa memleketlerinden 200.000 kişilik büyük bir Haçlı ordusu toplandı. Sırbistan ve Eflak üzerinden iki kol halinde gelen ordu, yollarda karşılaştıkları binlerce silahsız Türkü esir alarak hiç sebepsiz kılıçtan geçirerek Niğbolu Kalesi önünde birleştiler.
Niğboluda Yıldırım Bayezid Han karşısında ağır bir hezimete uğrayan bu Haçlı ordusunun bıraktığı esirler arasında 27 büyük Fransız asilzadesi bulunuyordu. Fransa, esirlerini ancak 200.000 duka altını nakit ve 100.000 duka kıymetinde fidye karşılığında kurtarabildi. Fransız komutanı Jean Seans Peur (Korkusuz Jan) ancak 10 Mart 1398de Parise dönebildi.
1444 Varna Koalisyonuna bütün ısrarlara rağmen Fransa katılmadı. 1501 yılında Osmanlı-Venedik savaşına katılan Fransa, Osmanlıya karşı denizden harekata girişti. Amiral Ravasteinin komutasında 10.000 yaya askeri ile takviye edilmiş Fransız donanması, 1501 Eylülünde Midilli Kalesini kuşattı, ancak Manisa Sancakbeyi Şehzade Korkutun Ayvalıka gelmesi ve Osmanlı donanmasının Ege Denizine açılması üzerine korkuya düşen Fransızlar, Midilliden alelacele çekildi ve dönüş esnasında Çuka Adası açıklarında fırtınaya kapılarak hepsi sulara gömüldüler. Bu olaydan sonra yüzyıllarca, Fransız harp gemileri Türk sularında görünmediler.
Ancak Almanya İmparatoru 1519da ölünce, Almanya İmparatorluğuna heveslenen Fransa Kralı Birinci François, Avrupa İmparatorluğuna seçilirse 3 yıl içinde Türkleri İstanbuldan ve Avrupadan silip çıkaracağını ilan etmeye başladı. Ne var ki İmparatorluğa İspanya Kralı Beşinci Karl (Charles-Quint) seçildi.
Ne gariptir ki; Fransa Kralı Birinci François, 1525 yılında İspanya İmparatoru Şarlken ile Pavrada yaptığı savaşta yenilip esir düşünce, esaretten kurtulabilmek ve Fransayı kurtarabilmek için üç yıl içinde İstanbuldan ve Avrupadan kovacağını ilan ettiği Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman Handan imdat istedi. Ana Kraliçe Louis de Savore, muhteşem Osmanlı Sultanına, Kont Jean Frangioniyi yardım istemek üzere gönderdi. Yaralı bir annenin gözyaşlarını dindirmesini rica eden mektubunda Kanuniye şöyle yalvarıyordu:
"İspanya Kralı Şarlken, oğlum Fransuvayı Pavi Muharebesinde tutup hapseyledi. Şimdiye kadar oğlumun kurtuluşunu Şarlın insaniyetine bırakmış idim. Halbuki malumunuz olan insaniyeti icra etmedikten başka, oğlumun hakkında hakaret dahi etmektedir. İmdi alemin musaddakı olan azamet ve şanınız ile oğlumu düşmanımızın pençe-i kahrından halas ile ibraz-ı übbehet buyurmanızı zat-ı şahanenizden bilhassa niyaz ederim."
Esir Fransız Kralı Birinci Fransuvanın gönderdiği mektup da şöyle idi: "Dünyanın Cihad-ı mamuresinden birçok ülke ve biladın hakim ve padişahı ve bilcümle mazlumların dadhanı olan Sultan-ı muazzam ve Hakan-ı mufahham hazretlerine arzım budur ki: Macaristan Kralı Birinci Ferdinandın üzerine hücum ettiğinizde, biz dahi himmet ve inayetinizle hapisten halas olup, İspanya Kralı Şarlkenin üzerine hücum edip, öcümüzü alırız. Siz ki Şehinşah-ı celilüşşansınız, onun hakkından gelinmeye inayet buyurulduğu halde, bundan böyle bende-i nimetşinasınız olduğuna iştibah buyurulmıya." Kanuni Sultan Süleyman Han, kendinden yardım bekleyenlere, Türk asalet ve mertliğini esirgemedi. Birinci Fransuvaya (François) şu mektubu gönderdi: "...Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar rehberi, yeryüzü hükümdarlarının tacı, Akdenizin, Karadenizin, Rumelinin, Anadolunun, Karamanın, Zülkadriyyenin, Diyarbakırın, azerbaycanın, Acemin, Şamın, Mısırın, Mekkenin, Medinenin, bütün Arap diyarının ki -ulu atalarımın kılıçlarının kuvveti ile fethedilmişti- ve kendimin fetheylediğim nice diyarın sultan ve padişahı, Bayezid Han oğlu Selim Han oğlu Sultan Süleyman Hanım.
Sen ki; Frençe vilayetinin kralıFrançeskosun, huzuruma yarar ademin Fran Jan ile mektup gönderip, bazı ağız haberi de yollayarak memleketinize düşman girmiş olduğunu ve hapsedildiğinizi bildiriyorsunuz. Kurtulmanız hususunda benden inayet ve medet ve istida eyliyorsun. Her ne ki demişsen benim huzuruma arz olundu. Şimdi padişahlara sinmek ve hapis olmak caiz değildir. Gönlünüzü hoş tutun, kalbiniz kırılmasın. Bizim ulu atalarımız daima düşmanı def ve memleketler feth için seferden uzak kalmamışlardır. Ben de onların yolunu tutup memleketler, yalçın kaleler fethederek gece gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Cenab-ı Hak hayırlar nasip eylesin. Durumu ve haberleri ademinizden öğrenirsiniz."
Kanuni Sultan Süleyman Han bu mektubuyla üç maksat düşünüyordu: Birincisi kendinden yardım bekleyen kimseyi yardımsız bırakmamak, ikincisi Müslüman-Türk dünyasına bir bütün halinde saldıran Hıristiyan aleminde bir gedik açmak, üçüncüsü Türklere düşmanca davranan Macarlara haddini bildirmek. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman Han, hem Fransız kralını kurtarmak, hem de Macarlara haddini bildirmek için orduya hazırlık emrini verdi. Sultan, Fransa kralına vaadini yerine getirdi.
Kanuni Sultan Süleyman, Türklere karşı daima birleşik hareket eden Avrupayı parçalamak ve Türk hakimiyetini kabul ettirmek için Fransayı yaşatmak ve kalkındırmak gerektiğini görmüş, bu maksatla Fransaya kapitülasyon denen bazı imtiyazlar tanımıştı. Fransa da bu ticari imtiyazlara karşılık, Osmanlı himayesinde bir devlet olmayı kabul ediyor, her yıl muayyen bir vergi ve padişaha belirli hediyeler vermeyi taahhüt ediyordu. Daha sonra Osmanlı donanmasının Fransız sahillerini koruması da kararlaştırılmıştı. Antlaşma gereği olarak 1543 yılında Osmanlı donanması Toulon limanında üslendi. Nice Kalesini fethederek Fransaya teslim etti. Ayrıca İspanya ve İtalya sahillerini de kontrol altına alarak Fransanın istiklalini sağlama aldı. Fransa da, Osmanlı donanmasının bir kısım masraflarını karşılamak üzere Barbarosa 800.000 duka altın ödedi.
Osmanlının Fransayı destekleme siyaseti, Kanuniden sonra da devam etti. Osmanlının garantisi olmasaydı, Fransanın diğer güçlü Avrupa devletleri tarafından yutulması muhakkaktı. Fransa, Osmanlıdan aldığı ticari imtiyazlar ve İngiltere ile yaptığı ticari antlaşmalarla güçlenmeye ve kalkınmaya başladı. Hatta Ondördüncü Louis zamanında Fransa, Avrupanın en kudretli krallıklarından biri oldu. Bu durumda Türk-Fransız münasebetleri yeni bir safhaya girdi. Ondördüncü Louis artık Osmanlıya ihtiyaç duymadığı için Osmanlının düşmanlarına, bu arada Giritte savaşan Venediklilere yardım etti. İki devlet arasında başlayan soğukluk Fransanın 1664te Cezayire tecavüz etmesiyle son haddini buldu. Cezayir saldırıları, Cezayir yeniçeri ağası Şaban Ağa tarafından bertaraf edildi. Fransanın, İstanbuldaki elçisi Laltaye-Ventelek, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşanın hakaretine maruz kalarak kapitülasyonlar uygulamadan kaldırıldı. Fransız ticareti büyük zararlara uğradı. Ondördüncü Louis, Osmanlı ile antlaşma mecburiyetinde olduğunu anlayınca, İstanbuldan bir Türk elçisi istedi. Divan-ı Hümayun mağrur Fransa kralını tahkir için, dördüncü dereceden bir subay olan Süleyman Ağayı gönderdi. Süleyman Ağa, Fransada muhteşem törenlerle karşılandı.
Bu sırada Kandiyede, Türklerle Fransızlar arasında çarpışmalar devam ediyordu. Neticede 24 Ağustos 1669da Kandiyeden ayrılmak zorunda kaldılar. Bir taraftan da Cezayir leventleri Fransaya karşı 1662 ve 1669da iki sefer yaparak Lyon, Marsilya ve Cöte dAzurü taradılar.
Osmanlıya karşı olmanın zararlarını gören Ondördüncü Louis eski dostluğu kurmaya çalıştı. Gönderdiği elçilere Divan-ı Hümayunda değer verilmedi. Elçilerin gayretleri sonuçsuz kaldı. Buna rağmen Ondördüncü Louis, Türklerle barıştığı ve ittifak yaptığına dair aslı olmayan ilanlar vererek Paris sokaklarında tellallar dolaştırdı. Onun bu tutumu, muhalifleri ve Katolikler tarafından Türklere yaltaklanmak şeklinde değerlendirildi. Fransanın gerek Giritte, gerek Soint Gothardda Osmanlının düşmanları safında gayri resmi olarak savaşması, tepki ile karşılanmış, Türk leventleri Akdeniz sahillerinden başka, Atlas Okyanusu sahillerini de abluka altına almışlardı.
1681 yılında Cezayir donanması bir Fransız filosunu bozarak 29 gemiyi zaptetti. Fransanın Türklere karşı görevlendirdiği Amiral Buquenne bu saldırılara karşı koyamadı. Bu sırada 9 Cezayir gemisinin Sakız Tersanesinde tamir edildiğini haber alan Amiral, Sakız limanını basarak, limandaki gemileri ve şehri bombaladı. Bu tutum karşısında Osmanlı hükumetinin tepkisi sert oldu. Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Ondördüncü Louisden şahsen tarziye ve tazminat vermesini istedi. Aksi halde Fransa üzerine sefer açılacağını Fransız elçisine bildirdi. Fransa Kralı büyük bir korkuya kapılarak, Bozoklu Mustafa Paşanın tesbit ettiği 60.000 altın kuruş ve 4.800.000 (yani 960 kese) akça tazminatı ödedi. Ondördüncü Louis, kendisine çok ağır gelen bu harekete karşılık, Osmanlının Avrupa ile yaptığı ve bozgunlarla neticelenen savaşlardan istifade ederek intikam almak istedi. 1689 Temmuzunda 41 parçalık Fransız donanması Cezayire gelerek 16 gün kaleyi top ateşine tutmuşsa da, Mezomorta Hüseyin Paşa, Fransızları çekilmeye mecbur etti. Ancak Fransanın Avrupa harbine katılmasını önlemek isteyen Osmanlı idaresi, tutumunu yumuşatmış, kaldırılan kapitülasyonları tekrar iade ederek, Fransanın Osmanlı politikasında eski yerini almasını sağladı.
On sekizinci yüzyılda Osmanlı, Avrupa politikasında Fransanın durumuna göre kendini ayarladı. Bu arada karşılıklı kültürel temaslar ve antlaşmalar yapıldı. Ancak 2 Temmuz 1798de Napolyonun İskenderiyeyi işgal etmesi ile münasebetler tekrar bozuldu. Napolyon Bonaparte, 19 Mart 1799da Akka Kalesini kuşattı, fakat kale müdafii Cezzar Ahmed Paşa karşısında tutunamayıp 64 gün süren muhasarada askerinin yarısını zayiat vererek geri çekildi. 25 Haziran 1802de Pariste imzalanan bir antlaşma ile Türk-Fransız dostluğu tekrar kurulmaya çalışıldı.
On dokuzuncu yüzyılda Fransız politikası, eski Yunan medeniyetine duyulan sempatinin garip bir tezahürü olarak Rum çetecilerinin desteklenmesi, buna rağmen Osmanlıya dost görünmek şeklinde devam etti. 1870ten sonra Türk-Fransız münasebetleri gittikçe gerilemiş, genellikle istismar emeline dayanan Fransa siyaseti özellikle Sultan İkinci Abdülhamid Han ve Balkan Savaşlarından sonra Türk politikacıları tarafından kınanmış ve Fransa, Almanya, İngiltere hatta Rusyadan sonra değer verilen bir devlet olmuştur. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşına İttihat ve Terakkicilerin hatalı siyaseti ile katılınca, İngiltere veFransa ile savaş durumuna düşmüştü.
Fransa ve İngiltere daha savaşın başında boğazları ve İstanbulu alarak Osmanlı Devletini saf dışı bırakmak istiyorlardı. Bu maksatla Fransız ve İngiliz gemileri 19 Şubat 1915te Çanakkaleye yüklendiler. Denizde ve karada yapılan müthiş savaşlarla Fransız ve İngilizler, Çanakkalenin geçilemeyeceğini öğrenerek askerlerini geri çektiler. Fakat 1918 yılında Osmanlının da içinde bulunduğu İttifak devletlerinin mağlubiyeti kabul etmesiyle Kasım 1918de Birinci Dünya Savaşı fiilen sona erdi. Osmanlı Devleti ise, 30 Ekim 1918de Mondros Mütarekesini imzalayarak savaşı bıraktı. Fransa, Mondros Mütarekesine dayanarak Güneydoğu Anadoluda Antep, Urfa, Maraş gibi vilayetlerimizi işgal ederek çok ağır cinayetlerde bulundular. Fakat mahalli halkın büyük direnişi karşısında tutunamayıp, çekilmeyi ve Türk hükumeti ile antlaşma yapmayı kabul ettiler. Yeni Türk hükumeti ile 20 Ekim 1921de AnkaraAntlaşmasını yaparak Anadoludan çekildilerse de, bugünkü sınırlarımız içinde kalan Hatay, Fransızların işgali altında kaldı. Türkiye ile Fransa arasında 30 Mayıs 1926da Dostluk Sözleşmesi imzalandı. 30 Haziran 1939da yapılan Türk-Fransız Antlaşması ile Hatayın anavatana ilhakı kabul edildi.
Tarih boyunca Türk-Fransız ittifaklarını Fransızlar daima istismar etti. Türkler her zaman ihanetle karşılaştılar.
hms victory
DonQuixote
1758 yılında, royal navy'e yaraşacak bir gemi yapılması kararı üzerine kısa sürede planları hazır hale getirilir ve 1759 yılında chatham tersanesinde yapımına başlanır. 63,176 sterline mal olan gemi (bugün 7.71 milyon sterline denk gelir) 7 mayıs 1765 yılında yelken açmaya hazır hale gelir. %90'ı meşe ağacı olmak üzere 6000 ağaç kullanılır yapımında. bittiğinde ortaya 69.34 metrelik, 2142 tonluk, total de 5.400 metrekarelik bir alana denk gelen 37 yelkenli, 30 x 15 kiloluk, 28 x 11 kiloluk, 42 x 5 kiloluk olmak üzere ve kıç güvertesinde bulunan 2 x 31 kiloluk ağır carronadelerle birlikte toplam 104 topluk bir canavar ortaya çıkar. toplam 850 kişilik bir mürettebat taşayan hms victory, toplam da 8-9 knot yani 15-17km arası bir hıza ulaşabiliyordu.
çeşitli süsler vs. eklemeleri de vardı. ancak bunlar 1800ün başlarında, trafalgar savaşından önce geçirdiği büyük tadilatta çıkartıldı. sadece bunlar değil, topları da yeniden elden geçirildi.
katıldığı büyük savaşlardan hepsinden galibiyetle olmasa da hepsinden bir şekilde alnının akıyla çıkmayı başarmıştır. katıldığı savaşlardan bazıları;
ushant savaşı - fransızlara karşı yapıldı, berabere bitti.
spartel burnu savaşı - ispanyol ve fransız donanmasına karşı yapıldı, berabere bitti.
st. vincent burnu savaşı - ispanyol donanmasına karşı kesin galibiyet kazanıldı.
trafalgar savaşı - ispanyol ve fransız donanmasına karşı yapıldı, kesin galibiyet. bu savaş, belki de katıldığı en önemli savaştır. dünya tarihinin belki de ingilizler tarafından değişmesine sebep olmuştur. sebebi; hms victory başta santisima trinidad (ispanyol sancak gemisi, sınıfının ve zamanının en büyüğü) ve bucentaure (fransız sancak gemisi) olmak üzere tüm rakip donanmlarını bertaraf etmiş ve denizlerde 100 yıllık hükümdarlığını ilan etmişti bu savaşla. fransızlar daha sonra bir nebze olsun donanmayı toparlayabilseler de -asla royal navy kadar güçlü olamayacaktı- ispanyol donanması toparlanamayacaktı. bu da ingilizlerin, sömürgecilik faaliyetlerinde rakipsiz kalması ve çok daha fazla yeri sömürebilmesi anlamına geliyordu. (tobkz: güneş batmayan imparatorluk )
bir de bu savaş, napolyon savaşlarının kaderinin değiştirdi. trafalgar savaşı, napolyonun ingiltereyi istila etme planlarından birisiydi ve bu donanma bu yüzden toplanmıştı. amiral horatio nelson, savaşı kazanmaktan çok karşısında ki donanmaya en fazla hasarı vermek amacındaydı ama savaşı kazandı. -savaş sırasında vurularak ölmüştür, şuan ingiltere de trafalgar meydanı ve bu meydan da bir admiral horatio nelson heykeli vardır- bu savaşla birlikte, ingiltereyi istila planları suya düşen napolyon avusturya ve rusyaya doğru hücuma geçti. (aynı senaryo yaklaşık 140 yıl sonra, hitlerle birlikte karşımıza çıkacak. hitler de önce ingiltereyi istila etmeyi deneyecek, başarısız olunca rusyaya doğru harekete geçecekti.)
1813 yılında emekli olan bu güzel donanma kızı, 2. dünya savaşında nazi bombası yemesine karşın batmamıştır. ardından yine restore edilen hms victory, şuan royal navy'nin biriciği olarak portsmouthta müze olarak hizmet vermekte. 2012 yılında yüzebilir durumda ki en yaşlı gemi ünvanını da almıştır. portsmouth'a yolu düşenler, ufak bir ücret karşılığı gezebilirler. (hatta bana hediye filan da getirebilirler :))
1979 İran İslam Devrimi
luzinmayrilicin
Bölüm 1: zerdüştlük'ten islam'a:
Bundan 2500 yıl öncesinde bölgedeki önemli güç olan Persler, Akamanış Hanedanı'nı kurucusu Büyük Kirüs zamanında oldukça parlak yıllar yaşıyorlardı. Buna bir de Büyük Kirus’un MÖ 539 yılında, Babillileri yenmesi eklenince persler giderek devleşiyordu. Bu da yetmiyor Büyük kirus'un Babil halkı için "adalet, merhamet ve yüce gönüllülük ile muamele etmeye kararlı" olarak sunduğu anıt yazısı tarihe damgasını vuruyordu. Sebebi ise bu anıt yazının günümüzün en eski ‘insan hakları sözleşmesi’ olarak kabul görmesiydi.
Günümüzdeki İran halkı Büyük Kirus’un varisleri olarak sadece medeniyet çatışması yaşayan ve petrol zengini bir ülke olarak görülmekten de oldukça rahatsız. Çünkü bu denli büyük bir imparatorluğun soyu olmak bunu gerektirirdi. İnsanlığa, bilime ve edebiyata katkılarının dünya tarafından hatırlanmaması ve onların kültür çatışması yaşayan bir devlet olarak görülmesi kimi olsa rahatsız ederdi zaten.
Her ne ise bu dünyanın sultan süleymana’a da kalmadığı gibi Büyük Kirus’a da kalmadığı görüldü. Ve bölge işgallere doyamadı. Buradaki işgallerin kronolojik geçişlere (tobkz: iran ) veya http://www.tarihiolaylar.com/ulkeler/iran-136 buradan bakabilirsiniz.
Bunlar işin devlet boyutlarıydı. Asıl önemli konu ise tarihten beri süre gelen insanın maneviyatı idi. Bu maneviyat duygusu özünde din duygusu da... Persler zamanında bölgede Zerdüştlük hakim olmuştu, hatta persler Zerdüştlüğü resmi din olarak kabul etmişti. Fakat Zerdüştlükten sonra da Emevilerle beraber M.S. 630'larda Müslüman Arap akınlarının olduğu bölge islam dini ile bütünleşmeye başladı...
Rus Uykusuzluk Deneyi (+18)
insearchofsunrise
Anltılana göre deney şöyledir:
Denekler 2. Dünya Savaşı’nda düşman olarak kabul edilmiş politik tutsaklardı. Oksijen seviyesinin dikkatlice kontrol edildiği odalarda kalıyorlardı. Kamera sistemleri kapatılmıştı, yani onları izleyebilmek için sadece mikrofonlar ve 5 inçlik kamara penceresine benzeyen gözlem camları vardı. Oda kitaplarla, yataksız karyolalarla, su ile, ayrıca 5′ine de 1 ay yetecek kadar yiyecekle doluydu.
İlk 5 gün her şey iyi gidiyordu; denekler 30 gün boyunca uyumadan teste dayanırlarsa serbest bırakılacakları konusunda anlaşmılardı. Günden güne onların her hareketlerini ve aktivitelerini izlerlerken, zaman geçtikçe, geçmişlerindeki travmatik olayları konuştuklarını fark ettiler. 4 gün boyunca bu durum giderek karanlık bir hal aldı.
5 günden sonra, Koşullar hakkında şikâyet etmeye ve onları yönetenlerin nerede olduğunu araştırmaya başladılar. Birbirleriyle konuşmayı kestiler ve mikrofonlarla tek taraflı camlara fısıldamaya başladılar. İşin garibi, bu deneyi diğer deneklerin üzerlerinden kazanabileceklerini düşünmeye başladılar. Araştırmacılar başta bunun gazın bir yan etkisi olduğunu düşündüler.
9 günden sonra ilk denek çığlık atmaya başladı. 3 saat boyunca, odanın içinde koşarak bağırdı. Denek bağırmaya devam ediyordu ama çoğu zaman çıkan ses gürültüden ibaretti. Denek hiç bir şey söylemeden bağırıyordu. Araştırmacılar, deneğin ses tellerini parçaladığını ileri sürdüler. Daha ilginç olan şeyse diğer deneklerin buna nasıl tepki verdiği, ya da tepki vermedikleri idi. İkinci denek de çığlık atmaya başladı, geri kalanı ise mikrofonlara fısıldamaya devam etti. Diğer çığlık atmayan denekler kitapları parçalara ayırdı, sayfaları tek tek yüzlerine sürüp sakince gözlem camlarına yapıştırdıklarında, çığlıklar hemen kesildi.
3 gün daha geçti. İçerideki 5 deneğin sesi kesildiğinde araştırmacılar mikrofonların çalışıp çalışmadığını kontrol etti. Mikrofonlarda sorun yoktu. Odadaki oksijen seviyesi, hepsine yetecek düzeydeydi. 5 denek ağır egzersizler yapınca oksijen seviyesi düşüyordu. 14. günde araştırmacılar deneklerden hiç bir veri alamayınca odaya girmeye karar verdiler. Onların ölmüş olmalarından endişeleniyorlardı. Veya bir tür bitkisel yaşama girdiklerinden…
Anons ettiler: “Mikrofonları kontrol etmek için içeri giriyoruz, kapılardan uzak durun ve yere yatın. Aksi hâlde vurulacaksınız. İtaat edeninizden birisi özgürlüğüne hemen kavuşacak.”
İçeriden sakin bir Ses cevap verince şaşırdılar: “Artık özgür olmak istemiyoruz.” Askeri güçler ve araştırmacılar arasında bir tartışma patlak verdi. Daha fazla tepki alıp kışkırtmamak için 15. günün gece yarısı odanın kapısının açılmasına karar verildi. Oda birden temiz havayla doldu ve uyarıcı gaz dışarı boşaldı. Mikrofonlar anında çalışmaya başladı. 3 farklı ses yalvarmaya başladı; dışarıda onları bekleyen aileleri, sevdikleri olduğunu yakarıyorlardı. Askerler denekleri almak üzere odaya gönderildi. Şimdiye kadarki en yüksek çığlık, içeriye giren askerlerden geldi. 5 denekten 4′ü hâlâ yaşıyordu, tabii buna yaşamak denirse.
Yiyecek erzaklarına çok dokunulmamıştı.Deneklerden birisi ölmüştü. Kalçasında ve göğsünde topat topak et doldurulmuştu. Odanın ortasındaki giderin üstünde duruyordu, suyun geçmesini engellediği için oda 4 inç suya kaplanmıştı. Su sandıkları sıvının kan olduğu o an farkedilemedi. “Kurtulan” 4 deneğin sakalları uzamış, derileri adeta paramparça olmuştu. Tırnaklarındaki parçalar bu yaraları kendilerinin yaptıklarını gösteriyordu, araştırmacıların düşündüğü gibi dişlerle değil… Yaralar ve oyukların açıları, konumları hepsini kendilerinin yapmadığını gösteriyordu. Birbirlerine de saldırıyorlardı.
4 deneğin de karın bölgesindeki organlar ve kaburgaları hemen hemen yok gibiydi. Kalp, akciğerler ve diyafram yerine, deri ve kaburgaya bağlı kasların çoğu akciğerlerle beraber göğüs kafesinin dışına sarkmıştı. Kan damarları ve organlar sağlam kalsa da, diğerlerini çıkarıp yere atmışlardı. Fakat denekler hâlâ ”yaşıyorlardı”. Dördünün de sindirim sistemleri çalışıyordu. Günler sonra istifra ettiklerinde, aslında yediklerinin kendi etleri olduğu ortaya çıktı. Çoğu asker Rus özel servisinde çalışmıştı fakat hiçbiri odaya girip denekleri kaldırmaya cesaret edemedi. Askerler odadan çıkarılmaları için yalvarıp bağırırken gaz geri geldi, uykuya daldılar…
Deneklerin odadan çıkarılmamak için verdikleri mücadele herkesi çok şaşırttı. Bir Rus asker boğazına saldırılması sonucu öldü, bir diğeri ise testisleri koparıldığı ve bacağı deneklerden birinin dişleriyle kemirildiği için yaralandı. Diğer 5 asker ise hayatlarını intihar ederek kaybettiler.
Yaşayan 4 denekten birinin dalağı patladı ve dışarı doğru kanamaya başladı. Tıbbi araştırmacılar onu sakinleştirmeye çalıştılar ama bu imkansızdı. Bir insanın alabileceği mofinden daha fazla almasına rağmen hâlâ köşeye sıkışmış bir hayvan gibi mücadele ediyordu. Bir doktorun kolunu ve kaburgasını kırdı. Deneğin dolaşım sisteminde kandan çok hava vardı. Kalbi durduğunda bile bağırmaya devam etti 3 dakika boyunca kendini dövdü. Herkese saldırıp “Daha fazla!” kelimelerini tekrar ederken gittikçe güçsüzleşti, yavaşladı ve sessizce yere yığılıp hayatını kaybetti.
Sağ kalan 3 denek tam donanımlı bir tıp merkezine taşındı. Sağlam ses telleri olan 2 denek uyanık kalabilmek için daha fazla gaz talep ediyorlardı. Deneklerin organlarını tekrar yerleştirme aşamasında sakinleştirici ilaçlarına karşı bağışıklık kazanmış oldukları keşfedildi. Deneklerden biri bağlanmış olduğu iplere rağmen, öfkeyle etrafa saldırıyordu. En sonunda 4 inçlik deri kelepçeleri yırtmayı başardı. Bunu yaptığında kolunu 200 poundlık bir asker sıkıca tutuyordu. Deneği sakinleştirmek için normalin üzerinde anestezi kullanıldı ve gözleri kapandı. Kalbi durmuştu… Otopsi testlerinin sonuçları kanın içindeki oksijen miktarının olması gerekenden 3 kat fazla olduğu gözlemlendi. Kasları iskeletine o denli yapışmıştı ki karşı vermeye çalışırken 9 kemiğini kırıldı.
2. Hayatta kalan ise 5 kişinin arasında ilk çığlık atanlardandı. Ses kayıtları yok edilmişti.Yalvaracak durumda değildi, tek yapabildiği kafasını düzensiz bir şekilde haraket ettirmekti. Bunlar anesteziden doğan sonuçlardı. Bir sonraki ameliyatta yeniden anestezi verildi. Organlarını yerleştirirken 6 saat boyunca hiç tepki vermedi. Bir hemşire, birkaç kez, hastanın ameliyat esnasında gülümsediğine şahit oldu. Ameliyat bittikten sonra hasta mırıldanmaya başladı. Doktorlardan biri, hastanın önemli birşey söylüyor olabileceğini var sayarak kalem ve not defterini alıp yanına gitti. Hastanın dudaklarından dökülen kelimeler sonucunda odadakilerin dehşeti katlandı: “Kesmeye devam et.”
Diğer iki deneğe de aynı ameliyatda yapıldı. İkisine de anestezi yerine onları felç eden bir ilaç verildi. Ameliyatı gerçekleştirmek imkansızdı çünkü iki hasta da gülüp duruyordu. Tekrar konuşabilecekleri zaman canlandırıcı gaz istediklerini söylediler. Araştırmacılar onlara neden kendi bağırsaklarını parçaladıklarını ve tekrar gaz verilmesini istediklerini sordular. Tek cevap şuydu: “Uyanık kalmam gerek.”
Kalan üç deneği daha sıkı bağladılar ve onlarla ne yapılacağına karar verene kadar bekleme odasına geri gönderdiler. Burada Komutan tekrar gaz verildiğinde ne olacağını merak ediyordu. Araştırmacılar buna itiraz etti ama kimse dinlemedi.
Odanın içinde tekrar mühürlenmeye hazırlanan denekler EEG monitörüne bağlıydı. Süpriz olan şey ise tekrar gaz alacaklarını duyduklarında çırpınmayı bıraktıklarıydı. Denekler uyanık kalmakta kendilerini zorluyor gibidiler. Bir tanesi mırıldanarak konuşmaya çalşıyordu. Diğer denekler kafasını yastığa dayamıyor ve sürekli göz kırpmaya çalışıyordu. EEG monitöründe görülen beyin dalgaları şaşırtıcıydı. Raporlarına bakarken bir hemşire hastalardan birisinin kafasını yastığa deydirdiği anda gözlerinin kapandığını fark etti. Beyin dalgaları direk rem uykusuna girdiğini gösteriyordu. Sonra tekrar eski durumuna döndü. Döndüğü anda ise kalbi durmuştu…
Kalan 2 denek ise tekrar mühürlenmek için çığlık atmaya başladı. Beyin dalgaları tıpkı uykudan ölen deneğinki gibi oldu. Komutan 2 deneğin tekrar mühürlenmesini emretti. Yanlarında olan 3 araştırmacıya mühürleme emiri verildi. Araştırmcılardan birisi silahını çekip komutanı vurdu. Sonra sessiz olan deneğe silahı doğrulltu ve beynini dağıttı. Silahı son kalan deneğe doğrulttu.”Bu şeylerle aynı yerde kilitlenmiyeceğim!” Adama çığlık attı. “Nesin sen!?” “Bilmek zorundayım!”
Denek gülümsedi: “Bu kadar kolaymı unutun?” “Biz siziz. Biz sizin içinizde yatan deliliğiz, her an serbest olmayı bekleyen çılgın hayvanlarız. Biz yatağınızın altında saklananlarız…”
Kaynaklar: Araştırmacı durdu. Sonra silahı deneğin kalbine doğrultup ateş etti. Denek ölmek üzereyken, “Nerde..yse .. özgür…” dedi.
Kaynak: Altıntıdır, Deepweb, Hürriyet
Ünlü Çeçen komutani Şamil Basayev
Turanimp
Öğrencilik yıllarında devrimci kişiliği ile ön plana çıkmıştı.
1989-1991 yılları arasında İstanbul'da eğitim gördü. 1991 Ağustosu'nda Moskova'daki hükûmet darbesi sırasında Boris Yeltsin taraftarları arasında yer aldı. Adını ilk defa Çeçenistan'da yaşananları dünyaya duyurmak için bir Rus uçağını kaçırarak Ankara'ya indirdiğinde duyurdu.1992 yılında Cahar Dudayev'in emri ile Abhazya'ya gönderilen Çeçen birliklerin komutanı iken, Abhazya'nın Gürcistan işgalinden kurtulmasında birinci dereceden etkili olan Kafkas Halkları Konfederasyonu (KHK) birliklerinin komutanlığına getirildi. Abhazya'nın ardından Çeçenistan'a dönerek Dudayev'e karşı muhalefete geçen Rus yanlısı silahlı birliklerin dağıtılmasında etkili oldu. Daha sonra Dağlık Karabağ'a geçerek emrindeki mücahitler ve Azeri gönüllüler ile Ermenistan'ın bölgeyi işgaline karşı koydu.
1994 yılı aralık ayında Ruslar'ın Çeçenistan'ı işgal etmesiyle Çeçen komutanların en önemlilerinden biri haline geldi. 1995 yılı başında Rus savaş uçakları Şamil'in Vedeno'daki evini bombalayarak ailesinden 11 kişiyi öldürdüler. Rus güçlerin sivillere karşı giriştikleri katliamların en üst seviyelere ulaştığı Haziran 1995'de, yaşananları dünya kamuoyuna duyurabilmek için 150 savaşçının Budennovsk kentine düzenlediği eylemi yönetti.1996 yılı Nisan ayında Çeçen Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı'na getirildikten sonra Rus kuvvetlerinin Çeçenistan'dan ayrılmaya mecbur eden Cahar-Kale (Grozni) operasyonunu komuta etti. 1998'de Cahar-Kale'de yapılan Çeçen-Dağıstan Halkları Kongresi'nde başkan seçildi. Kongrenin ikinci toplantısında alınan kararla 1 Ağustos 1999'da kurulan İslam Şûrâsı'nın başkanlığına getirildi.
1999'da Rusya'nın Çeçenistan'ı yeniden işgali üzerine Çeçenistan'a dönerek doğu cephesi komutanlığı görevini sürdürmeye başladı. İkinci savaş sırasında da başkent Grozni'yi savunan Basayev, kentten çekilirken yaralanmış, bir bacağının bir kısmı kopmuştu. Basayev, Devlet Başkanı Dokka Umarov'un emrinde Çeçenistan Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı görevini sürdürmekteyken 10 Temmuz 2006 tarihinde, İnguşetya’nın Ekazevo köyü’nde, bulunduğu askeri konvoyda bulunan bombanın kendiliğinden infilak etmesi sonucu hayatını kaybetti.
Basayev'in, Çeçen Bağımsızlık hareketinin radikal kanadını temsil ettiği düşünülür. Rusya güvenlik güçlerine karşı düzenlediği sayısız gerilla saldırısının yanı sıra, sivillere yönelik girişilen bazı eylemlerden de sorumlu tutulur. Beslan rehine krizi ve Nord-Ost Rehine Krizi, bu tür olaylarının en bilinenlerindendir. ABC News, Basayev'i "Dünyanın en çok aranan teröristlerinden biri" olarak açıklamıştır. Eylül 2004'te Basayev, çoğu çocuk olan 350'den fazla kişinin yaşamını yitirdiği ve yüzlercesinin yaralandığı Beslan katliamının sorumluluğunu üstlenmiştir.
Tarihte Yaşanmış İlginç Olaylar
Mohikan
2-) AMERİKALI GİLLETTE ŞİRKETİ 1902 YILINDA GÜVENLİ JİLET SATMAYA BAŞLADIĞINDA YÜZLERCE ERKEK SATIN ALDI. SONRA DA BU JİLETLERİN SAKALLARINI KESMEDİĞİNİ SÖYLEYEREK ONLARI ÇÖPE ATTILAR. GİLLETTE YETKİLİLERİ, MUTSUZ MÜŞTERİLERİN TIRAŞ OLMADAN ÖNCE JİLETİN SARILDIĞI KAĞIDI ÇIKARMADIKLARINI FARK ETTİLER.
3-) CHEVROLET, YENİ MODEL ARABASI İÇİN "NOVA" İSMİNİ BULDU AMA SONRA ARABAYI LATİN AMERİKA'DA SATAMAYACAKLARI ANLAŞILDI. ÇÜNKÜ "NOVA", İSPANYOLCA'DA "GİTMEZ" ANLAMINA GELİYORDU.
4-) 1932 YILINDA LOS ANGELES OLİMPİYATLARINDA FRANSIZ ATLET JULES NOEL'İN DİSK ATMADA KIRDIĞI OLİMPİYAT REKORU SAYILMADI. ÇÜNKÜ ATIŞI İZLEMESİ GEREKEN BÜTÜN HAKEMLER, SIRIKLA YÜKSEK ATLAMA YARIŞMASINI İZLEMEK İÇİN ARKALARINI DÖNMÜŞLERDİ.
5-) 1840'DA ABD BAŞKANLIĞINA SEÇİLEN WİLLİAM HENRY HARRİSON, ÇOK SOĞUK BİR GÜNDE WASHİNGTON'DA AÇIK HAVADA DÜZENLENEN GÖREVE BAŞLAMA TÖRENİNDE ŞAPKA VE PALTO GİYMEYİ REDDEDEREK YAPTIĞI UZUN KONUŞMA SONUCU ZATÜRRE OLDU. YENİ BAŞKAN SADECE BİR AY GÖREV YAPTIKTAN SONRA ÖLDÜ.
5-) MEKSİKA'DAKİ BİR SAĞLIKLI YAŞAM MERKEZİNİN SAHİBİ, VASİYETİNE MEZARLIĞIN SİGARA İÇİLMEYEN BÖLÜMÜNDE GÖMÜLMEK İSTEDİĞİNİ ISRARLA EKLETMEYE ÇALIŞTI.
6-) FRANSIZ ORDUSU, ASKERLERİN MAYIN TARLALARINDA YÜRÜYEBİLMELERİNİ SAĞLAYAN PATLAMAYA DAYANIKLI BOTLAR İCAT ETTİ. FAKAT BOTLAR O KADAR AĞIR VE İÇİNDE YÜRÜNMESİ O KADAR ZORDU Kİ, ASKERLER MAYINLARLA HAVAYA UÇMADAN ÖNCE PUSUYA YATAN DÜŞMAN ASKERLERİ TARAFINDAN VURULUYORLARDI.
7-) MARKO VE ROBERTO DE SOLİSA ADLI İKİ KARDEŞ, BİRBİRLERİYLE PEK İYİ GEÇİNEMİYORLARDI. ROBERTO'NUN SIK SIK KENDİSİYLE DALGA GEÇMESİNE DAYANAMAYAN MARKO, KARDEŞİNİ, KAFASINA SIKTIĞI TEK KURŞUNLA ÖLDÜRDÜ. BU BASİT BİR CİNAYET GİBİ GÖRÜNEBİLİR. ANCAK GERÇEK ÖYLE DEĞİL. ÇÜNKÜ MARKO İLE ROBERTO AYNI DOLAŞIM SİSTEMİNİ PAYLAŞAN YAPIŞIK İKİZLERDİ. ROBERTO'NUN ÖLÜMÜNDEN 5 DAKİKA SONRA, KAN DOLAŞIMI DURAN MARKO DA ÖLDÜ.
8-) 1975'DE İNGİLİZ BİR ÇİFT TELEVİZYONDA EN SEVDİKLERİ PROGRAMI İZLERKEN ERKEK YARIM SAAT SÜREN BİR GÜLME KRİZİ SONUCU KALP KRİZİ GEÇİREREK ÖLDÜ. EŞİ, CENAZEDEN SONRA PROGRAMIN YAPIMCILARINA BİR MEKTUP YAZARAK, KOCASINI HAYATININ SON DAKİKALARINDA BU KADAR MUTLU ETTİKLERİ İÇİN TEŞEKKÜR ETTİ.
9-) 1971'DE TOPRAK KAYMALARINI İNCELEMEK İSTEYEN JAPON BİLİM ADAMLARI, BÜYÜK BİR YAĞMUR FIRTINASI EFEKTİ YAPMAK İÇİN BİR TEPEYİ YANGIN HORTUMLARIYLA ADAM AKILLI SULADILAR. BU YÜZDEN TEPENİN ÇÖKMESİ SONUCU MEYDANA GELEN HEYELANDA, DÖRT BİLİM ADAMIYLA 11 İZLEYİCİ HAYATINI KAYBETTİ.
10-) BAYAN CARSON AMERİKA'NİN NEW YORK KENTİNDE YASİYORDU. BİRGÜN EGLENMEK İÇİN CENAZE İSLERİ YAPAN BİR SİRKETLE ANLASTI. SİRKET EVE TELEFON ETTİ VE BAYAN CARSON'UN KALP KRİZİ GEÇİRİP ÖLDÜGÜNÜ SÖYLEDİ. AİLE HEMEN KOSTU. BU SIRADA TABUTUN İÇİNDE YATAN BAYAN CARSON BİRDEN DOGRULUVERDİ. AMA KIZI O ANDA KALP KRİZİ GEÇİRİP ÖLDÜ.
11-) KOMBOÇYA'DA 2 ASKER, PATLAMAMIŞ MAYINLA FUTBOL OYNAMAYA KALKINCA HAYATLARINI KAYBETTİ. OLAYI İLGİNÇ KILAN BİR BAŞKA NOKTA, PARÇALANARAK CAN VEREN 2 ASKERİN, KAMBOÇYA ORDUSUNUN "EN İYİ MAYIN UZMANLARI" ARASINDA YER ALMASIYDI
Kamikaze
insearchofsunrise
peki bu kamikaze kelimesi nereden gelmektedir?
aslında kamikaze japonya'yı moğol istilasinden kurtaran kutsal rüzgarlara verilmiş bir addır. yani kamikaze aslen bir tayfun adıdır.
13. yüzyılda cengiz han’ın torunu kubilay han, japonya’yı ele geçirmek için bir deniz donanması oluşturur ve japonya'ya doğru yola çıkar. donanma öyle güçlüdür ki japonya'ya ulaştıkları anda feth etmeleri çok kısa sürecektir. i̇şte tam o anda koskoca moğol donanması 2 büyük tayfunla karşılaşırlar. bu tayfunlara dayanamayan moğol donanması çareyi geri dönmekte buldu. keza zaiyat da verdi. en neticesinde moğolların geri döndüğünü anlayan japon rahipler özellikle shinto rahipleri veya keşişleri bu tayfunların duaları sonucunda oluştuğuna inandılar ve bu tayfunlara "kutsal rüzgar" yani kamikaze adı verdiler.
bilim adamları yıllarca bu olayın hikaye mi yoksa gerçek mi olduğunu araştırdılar ve sonunda bu tayfunlara pasifikteki (tobkz: el nino ) salınımlarının neden olabileceğini buldular. yani kamikaze japonya'yı moğol istilasından kurtaran kutsal rüzgarlardı.
(bkz:medeniyetler tarihi)